Adalet Akademisinde ders verdiğim dönemde karşılaştığım ve
aktarmayı borç bildiğim bazı olayları bir önceki yazımda aktarmıştım. Okumamış
olanlara bu yazıdan önce o metni okumalarını tavsiye ediyorum: <http://gundemliyorum.blogspot.com.tr/2015/01/adalet-akademisi-gozlemleri.html>
Olaylar hakkında mümkün olduğunca yorum yapmadığım dikkat
çekmiştir. Üzerinden çok zaman geçmemiş olmasına rağmen, sayıca fazla olması,
aynı dersi defalarca anlattığım için olayların iç içe geçmesi ayrıntıları
bihakkın hatırlamamı ve aktarmamı engelliyor. Dolayısıyla belleğimde en fazla
iz bırakanları aktardım. Bu yazıda da, olayları hatırlamaya çalıştıkça o
karmaşa içinden canlanıp gelenleri kaleme aldım. Elbette ufak tefek
farklılıklar olacaktır. Ama genel itibariyle yaşanmış olayları aksettiriyor.
Azınlıklar meselesi
Hırant Dink davasının beni en çok zorlayan mesele olduğunu
yazmıştım. Söylemeyi unuttuğum iki nokta var ilk yazıda…
İlk olay, daha doğrusu mesele şu: Dink’in Türklüğe
hakaretten mahkûm olduğu davaya ilişkin Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararını
incelerken, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazında yer alan ve bu
haliyle YCGK kararına da aynen geçen uzunca bir metin var. Bu metin, Dink’in
dava konusu edilen cümlesinin içinde yer aldığı yazı dizisinin özenli ve bizzat
Dink’in ifadelerine sadık kalınarak yapılmış bir özeti. Bütün bir yazı dizisini
satır satır okumak mümkün değildi sınıfta. Dolayısıyla ben de bu özeti
kullandım. Sınıftan itirazlar geldi. Özetin güvenilir olmayabileceği söylendi.
Bu itirazların özellikle kararı eleştirmeme tepki gösteren arkadaşlardan
geldiğini belirtmeliyim. Yazı dizisini okuduğumu, özetin iyi ve asıl ifadelere
sadık olduğunu, eğer bana güvenmiyorlarsa daha sonra internetten kolaylıkla
yazıya ulaşabileceklerini belirttim muteriz adaylara. Özeti okurken, hızlı
okumak zorunda kaldığımız için, bazı önemli noktaların anlaşılamaması riskine
karşı arada kısa açıklamalar yaptım. Ancak aynı muteriz adaylar benim yazının
anlaşılmasını manipüle ettiğimi söylediler. Yaptığım açıklamaya katılmıyorlarsa
hemen ifade etmelerini istedim. Nihayetinde metni okurken, bence ve
muhataplarımın çoğunca, Dink’in o meşhur cümlesindeki kanın Türk’ün veya Türk’lerin
değil diaspora Ermenileri’nin kanı olduğu, zehir metaforunun düşman Türk
takıntısı olduğu kendiliğinden ortaya çıktı. İlk başta olumsuz tavır takınan
bazı adayların bu duruma hayret ettiğini gözlemledim. Ancak yine de, metni
okumuş olmamıza rağmen, gerekçelerinin ne olduğu sorusuna yanıt vermekten
kaçınarak bazı adaylar ısrarla, o cümlenin Türklüğe hakaret anlamına geldiğini
söylemeye devam etti. Buna da ben hayret ettim.
Azımsanmayacak sayıda adayın bir başka itirazı, Dink’in
kaleminin kuvvetli olduğunun belli olduğu, bir aktivist olarak o cümlenin
yanlış anlamaya müsait olduğunu öngörmesi gerektiği ve daha düzgün bir cümle
kurması gerektiği oldu. İfade özgürlüğünün tam da bu olmadığını anlatmaya
çalıştım adaylara, dilim döndüğünce.
İkinci olay belki daha vahim: Yine azımsanmayacak sayıda
aday, bu davanın siyasi bir dava olduğunu söyledi. Ama asıl önemlisi, bir aday,
bu konuyu sınıfta işlememize ve tartışmamıza gerek olmadığını açıkça söyledi.
Zira dava siyasi bir davaydı, herkesin kendine ait siyasi bir görüşü vardı, bu
konu üzerinde uzlaşmak mümkün değildi. Hayretle sordum adaya: “Bu davada hakim
veya savcı olduğunuzda, hukuki değil kendi görüşünüz çerçevesinde siyasi bir karar
vereceğinizi mi iddia ediyorsunuz?” Ne cevap aldığımı hatırlamıyorum.
Dink davasındaki tutumla ilişkisi kurulacak bir olay,
azınlıklarla ilgili olarak yaşandı. Ara başlığı açmamın asıl sebebi de bu.
Anayasa Mahkemesi iki farklı kararında, aynı basit
gerekçelerle, nüfus kayıtlarındaki din hanesine ilişkin Nüfus Kanunundaki
ibarenin iptali başvurusunu reddetmişti. Mahkemeye göre, Anayasal güvence
altındaki kimsenin dini inançlarını ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaması
ile nüfus kaydının kişinin dinini de içermesi arasında bir çelişki yoktu.
Mahkeme, “bu kuralın da zorlayıcı bir niteliği ve zorlama ile bir ilişkisi
bulunmamaktadır” diyordu. Adaylara, Mahkemenin zorlamayı çok dar yorumladığını,
muhtemelen kişinin başına silah dayandığı bir durumda dinini açıklamayı
anladığını, ancak baskın bir dinin olduğu popülasyon içerisinde ve gayri Müslimlerin
başına gelenlerin malum olduğu bir ülkede, sadece dinin ne olduğunun resmi
makamlar tarafından sorulmuş olmasının bile zorlama olarak kabul edilmesi
gerektiğini söyledim. Söylediğim şeyin doğruluğu yanlışlığı bir yana, bir adayın
tepkisini aktarmam gerekiyor. Aday, isyan edercesine yerinden fırladı, yüksek
sesle ve titreyerek mealen şöyle dedi: “Bu ülkede azınlıklar ne çekmiş, ne
zorluğu yaşamış? Hepsi bu ülkenin kaymağını yedi. En zenginler onlardı. En
rahat yaşayan onlardı. Biz askerlik yaptık zamanında onlar ticaret yapıp zengin
oldu.” Ayrıntıları hatırlamadığım için söylediği diğer şeyleri aktaramıyorum
ama ihanetten de bahsettiğini söylemeliyim. Sınıfın da hakkını vermek lazım.
Hemen yanındakiler adayı sakinleştirmeye çalışırken, diğerlerinden söz konusu
adayın sözlerine eleştiriler geldi. Ben de, hadi hiçbir şeyden haberiniz yok,
Salkım Hanım’ın Taneleri’ni de mi izlemediniz, 6-7 Eylül olaylarını da mı
duymadınız demek zorunda kaldım. Bu olayın, avukatlıktan gelenler sınıfında
geçtiğini ve itirazda bulunan adayın kırk yaşının üstünde olduğunu belirteyim.
Konjonktürel Savunma
Metodoloji dersinde incelediğim kararlar, bir pozitif hukuk
çalışması yapmadığımız için, güncel olmak zorunda değildir. Dolayısıyla
1970lerden başlayarak 2000lere kadar gelen tarihlerde ortaya çıkmış
kararlardır. Dink davası da dahil olmak üzere, işlediğimiz kararların neredeyse
hepsi için adayların benim kararlara yönelttiğim eleştirilere yönelik itirazı, “konjonktürellik”
oldu. Kararların dönemin konjonktürünün ürünüydü ve öyle anlaşılması ve
okunması gerekiyordu. Bu yargıda bir miktar haklılık payı var elbette, ancak
sorun, bu argümanın neredeyse kararları meşrulaştırmak üzere kullanılmasıydı.
Şimdiye kadar çok yorum yapmadım ancak bu konuda söylemek istediğim bir şey
var: Ben bu tutumu, yani hatalı mahkeme kararlarının hatasını tartışmak yerine
dönemin şartlarına bakarak anlaşılabilir bulma eğilimini, hukukçuluğa içkin bir
otorite aşkıyla açıklıyorum. Aldığımız hukuk eğitimi, her noktasında, hukuku
halkın, toplumun somutlaşmış değer yargıları gibi göstermek suretiyle, hukukçuyu
da genele uyan, uyması gerektiğini düşündürten bir insan haline getiriyor. Türk
Milleti adına karar veren veya vereceğinin bilincindeki hukukçularda bu çok
daha açık bir şekilde göze çarpıyor. Bu durumda her dönemin iktidarına kucak
açan yargı mensuplarını anlamak kolaylaşıyor.
Yaş Meselesi
Gündemdeki asıl mesele, genç yaşta hakim olma imkanıydı
esasında. Bu konuda net bir şeyler söylemek zor. Tam olarak hangi yaşın
hakimlik için en uygun olduğuna karar vermenin ölçütleri üzerinde bile uzun
uzun konuşmak lazım. Ancak hem yeni mezunlarla hem de avukatlıktan geçenlerle
muhatap olduğum için, sadece izlenimlerime dayalı, gerekçelendirmekte
zorlanacağım spekülatif birkaç şey söylemek istiyorum.
Hakimlik ve savcılık, çok büyük bir yetki ve itibar
kazandırıyor. Bu büyük bir yük. Bu büyük yükün birdenbire taşınmaya
çalışılmasının hem kişinin kendi psikolojisi üzerinde yıkıcı etkileri olabilir
hem de istenmeyen davranışlara yol açabilir. Kendi 25 yaşımdaki halimi
düşünüyorum. Nasıl hakim veya savcı olabilirdim ki!
Çoğunca ev geçindirme derdinde bile olmamış, hiçbir
yükümlülük yüklenmemiş, uğradığı en büyük haksızlık öğretim üyesinin verdiği
düşük not olmuş, aşık olmamış, ilişki yürütmemiş, cinsel ilişkiye girmemiş,
terkedilmemiş, aldatılmamış, en fazla ailesine karşı basit birkaç meselede
hesap vermek zorunda kalmış bir gencin o büyük yükün altına girmesini istemek
haksızlık.
Avukatlıktan gelen adayların, üstlenmek üzere oldukları
sorumluluğun çok daha farkında olduklarını gördüm. Dersi dinleme, düşüncelerini
ifade etme, tepkilerini gösterme konusunda çok daha tutarlı idiler. Ancak onlar
açısından, özellikle kırk yaşını geçmiş olanlardan açıkça aldığım tepki, yeni
şeyler okuma ve öğrenme konusundaki isteksizleriydi. Bir hukukçunun, hele de
bir hakimin insana ve topluma dair pek çok şey bilmesi gerektiğini, bunu hukuk
öğretiminin sağlamadığını söylediğimde, “artık bizden geçti” dediler.
…
Bu ikinci yazıyı, ilkine oranla biraz daha fazla yorumla
yazmış oldum. Bu konuda son bir yazı daha yazıp bırakacağım. Hep kötü şeylerden
bahsettik, biraz da Akademide şahit olduğum ve beni ümitlerinden bazı
gelişmeleri aktarmak istiyorum. Muhtemelen hukuk öğretimine ilişkin
söyleyeceğim birkaç şeyi de ekleyerek….
Merhaba Hocam,
YanıtlaSilİlk yazıyla beraber bu yazıyı da değerlendirdiğimizde hakim-savcı adaylarının olaylara bakış açısını görmüş olduk.Ancak bu milliyetçi muhafazakar çıkışların temeli yaş mıdır ? Adaylar 5 yıl sonra hakim-savcı olsalar daha mı farklı düşüneceklerdi ? Hrant Dink kararını veren yerel mahkeme ve yargıtay üyeleri çok mu gençti ? Sözün özü anlattıklarınızla yaş ne kadar ilişkili ?
Kanaatimce anlattıklarınız dünyaya bakışla alakalı, takdir edilen süre zarfında da değişmesi pek muhtemel değil ancak elbette hakim-savcı olmak için belirli bir yaş tayin edilebilir.
Sayın Demir,
SilFatma Barbarosoğlu'nun yazısını takiben ve yaş konusuyla birlikte kaleme alınınca, sanırım kastetmediğim bir ilişki varmış gibi anlaşıldı. Elbette bu milliyetçi reflekslerin yaşla ilgisi yok.
Yanlış anlamaya sebep verdiğim için kusura bakmayınız.