Fatma Barbarosoğlu’nun bir köşe yazısında aktardığı Türkiye
Adalet Akademisi izlenimleri ve asıl olarak hakimlik yaşı hakkındaki yargısı,
her nedense çok ses getirdi. Her nedense diyorum, zira ne Barbarosoğlu bunu
söyleyen ilk insan, ne de bu konuda çok aykırı bir fikir beyan etmiş durumda.
Bizdeki 23 yaşında hakim olabilme imkanının sakatlığına dair, büyük bir kısmı o
yaşta hakim-savcı olmuş pek çok deneyimli isimden yakınma duymuşumdur. Bizzat
ben de bunu sıklıkla dile getiririm. Akademisyenlerin hakimlik savcılık
mesleğine kabulle ilgili ilk eleştirisinin “yaş” olduğunu bilirim. Yakın
zamanda Adalet Bakanı da artık genç yaşta hakim‑savcı olmanın yolunu kapattıklarını,
belli bir süre avukatlık yapmanın zorunlu olacağını söylemişti. Ancak özellikle
genç arkadaşlarımız sosyal medya vasıtasıyla tepki gösterdiler. Ortaya koyulan
argümanların düzeyi, Akademi hatıralarımı yazma niyetimi somutlaştırmama neden
oldu.
“Hatıralar” dememe bakmayın, sadece bir buçuk yıl ders
verdim Akademide. Kaba bir hesapla, toplam bin kadar hakim-savcı adayıyla
karşılaştım. Bir kısmına on altı, bir kısma on iki, bir kısmına ise sekiz saat
ders verdim. Sekiz saat ders verdiğim iki grupla, asıl olarak Akademide bulunma
nedenim olan Hukuk Metodolojisi dersi haricinde, bir de dört saatlik Hukuk ve
Edebiyat dersi kapsamında bir araya geldim. Derslerine girdiğim adayların bir
kısmı ağırlıklı olarak yeni mezunlardan, yani gençlerden oluşuyordu. Diğer
kısım ise avukatlıktan hakimliğe geçen gruptu. Yaşlarımız yakındı, hatta benden
büyükler vardı.
Hukukçu; mahkeme, özellikle de yüksek mahkeme kararlarıyla
yetişir. Bu kararlar çoğunlukla “yanlış” kararlardır. Fakültedeki sınavlarda Yargıtay’ın,
Danıştay’ın veya Anayasa Mahkemesinin kararlarını eleştirmemiz, hatalarını
bulmamız gerekir. Kayda değer bir mesai harcadığım uzmanlık alanım Hukuk
Metodolojisi olunca, bu “yanlış” kararlar meselesi benim için çok daha önemli.
Zira bütün bir dersi, yanlış kararlar üzerinden anlatmak zorundayım. Neden
böyle olduğunu şu anda anlatmama gerek yok ama hayatımın büyük bir kısmını,
ismini cismini bilmediğim hakimleri eleştirerek geçiriyorum. Hayatımda iki kez
adliye binasına girdiğimi düşünecek olursak, ilginç bir ilişkim var hakimlerle.
Bir tür yel değirmeni gibiler benim için: kararlarına karşı savaş açtığım ama görmediğim,
konuşmadığım varlıklar. Neyse ki lisansüstü derslerimiz vardı da oraya gelen
hakimler sayesinde, Akademi öncesinde “Ama ben hiç hakim görmedim” cümlesini
kurmadım.
Akademide karşılaştığım bin kadar aday, Akademi yönetiminde
muhatap olduğum birkaç kişi, ders arasında karşılaştığım yüksek yargı
mensupları, benim açımdan yepyeni bir dünyayı gözlemleme ve keşfetme imkanı
oldu. Öğrenciler dahil bütün erkeklerin askeri bir disiplinle saç sakal tıraşı
olduğu, her daim ütülü takım elbiseli ve döpiyesli erkek ve kadınlar, parlak
ayakkabılar… On beş yıla yakın süre üniversitede öğrencilerle vakit geçirmiş ve
üniversitenin bürokratik havasına çok kısa bir süre bulaştıktan sonra giyim
kuşamın, saç ve sakalın sadece estetik bir mesele olduğuna inanarak, biraz da
inatla yılda ancak birkaç kere takım elbise giyen, uzun saç ve sakallı veyahut
usturaya vurulmuş kafasını aynaya baktığında daha estetik bulan birisi olarak,
kendimi elbette yabancı bir ülkeye geziye gitmiş bir turist gibi hissetim.
Eksik olmasınlar, Akademi sakinleri de bunu sıklıkla hatırlattılar. İşte
yıllardır peşinde olduğu hakimler, bizzat kendileri olmasa bile adayları
karşımdaydı ve görülecek küçük bir hesabımız vardı. Sanırım bir anlamda Hukuk
Metodolojisi dersini anlatırken işlediğim kararların akıl almaz hatalarının
hesabını biraz da onlara sormak istedim. Şaka bir yana, daha doğrusu, “Aman
dikkat edin! Bakın böyle karar verdi selefleriniz, muhtemelen siz de
vereceksiniz, uyarımı dikkate alın!” demeye çalıştım.
“Bakmayın hatıralar dediğime”, dedim yukarıda, ama “hatıralar”
dememi haklı çıkaracak tanıklıklarım var. Sadece benim açımdan yeni bir dünyayı
gözlemlemek değil tanıklığım, yaşadığım kanlı canlı olaylar var.
Hatırlanmaları, konuşulmaları, tartışılmaları gerekiyor. Yazarken meseleleri
gruplandıracağım için az sayıda gibi görünen bu olaylar, adalet yönetiminin
geleceği için kaygı duyanlar açısından yol gösterici olabilir.
Olaylara geçmeden, önemli bir noktanın altını çizmeliyim:
Aktaracağım anekdotlar, adayların tamamına ilişkin bir resim vermez. Üstelik
pek az bir kısmı hemen o anda aleni olarak, bir kısmı ders bitiminde yanıma
gelerek, bir kısmı daha sonra sosyal ağlar vasıtasıyla mesaj atarak
üzüntülerini, hatta utançlarını dile getirdi. Ancak aktaracağım olaylar istisna
da sayılamazlar. Zira söz konusu olaylarda jest ve mimikleriyle, müstehzi
tebessümleriyle, bakışlarıyla ve hatta susmalarıyla destek verenler de vardı.
Şimdi geçelim olaylara….
Akademi’de beni en çok zorlayan olay, açık ara Hırant Dink
davası oldu. Dink Türklüğe hakaretten mahkum olmuş, Yargıtay’ın ilgili ceza
dairesi sübuta ilişkin bozmama kararı vermiş, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığının itirazı üzerine Yargıtay Ceza Genel Kurulu itirazı incelemiş ve
o da suçun sabit olduğunu söylemişti. Dava hakkında ayrıntılı incelemeyi
Akademi yayınlarından çıkan Hukuk Metodolojisi kitabında yaptım. Bunun dışında
kısa bir değerlendirme yazısı da yazmıştım, konuyu bilmeyenlerin önce onu
okumasını tavsiye etmeliyim. http://ucnokta.co/tum-yazilar/hukuk/yarginin-zehirli-dili.html
Ermeni misin Ermenici mi?
Dink davasından bahsedeceğimi, ilk saatlerde derse ilişkin
açıklama yaparken söylüyordum sınıfa. Sorunu, bir ifadeyi anlamlandırma sorunu
olarak teşhis ediyordum. Elbette ayrıntılı anlatım sırasında meselenin çok daha
büyük, anlayamama sorunundan öte bir boyutu olduğu ortaya çıkıyordu.
Sanırım ilk dersti ve gençlerden müteşekkil savcı adayları
sınıfındaydım. Belirttiğim şekliyle Dink davasına kısa bir atıfta bulundum ve
konumuz icabı mantık hatalarına geçtik. Tam olarak hangi bağlamda olduğunu
hatırlayamıyorum, ancak muhtemelen önyargılarla ilgili bir şeyler söylerken,
bir savcı adayı, oldukça sinirli bir şekilde, “Siz de önyargılısınız” dedi. Neden
öyle düşündüğünü sordum. Aldığım cevap şöyleydi: “Ermeni misiniz, Ermenici
misiniz bilmiyorum ama geçen ders Dink davasında hakimlerin yanlış karar
verdiğini söylediniz. Siz de önyargılarınızla değerlendiriyorsunuz.” Sükunetimi
koruyarak, dilim döndüğünce, henüz Dink davasını işlemediğimizi, kendisinin bu
konuda bir bilgisinin olup olmadığımı merak ettiğimi, ama asıl olarak davayı
inceledikten sonraki görüşlerini merak ettiğimi söyleyerek konuya devam ettim.
Derslerde sivri ve provokatif bir dil kullanırım. Eleştirinin
hakkını vermek gerektiğine, dostlar alışverişte görsün hesabı dolaylı ve imalı
cümlelerin gerekli etkiyi yaratmayacağına inanırım. Muhtelif kararları
eleştirirken, elbette hakaret boyutunda değil ama, saçmaya saçma, komiğe komik
demekten geri kalmayan sıfatlar kullandım. Benim Ermeni mi yoksa Ermenici mi
olduğumu merak eden savcı adayının, kullandığım sivri dil nedeniyle beni
uyardığını, TCK’nın ilgili maddelerini hatırlattığını, sonrasında ise dilimi
biraz törpülemek zorunda kaldığımı itiraf etmeliyim. Bir süre ifade vermeye
çağrılmayı bekledim, ne yazık ki!
Biz Biliriz Dink’i!
Bir başka sınıfta Dink davasını incelemeye henüz
başlamıştık. İlk tartışmayı, Dink’in mahkumiyetine neden olan cümlesi üzerine
açarım. Tek başına o cümlenin hangi anlama geldiğini sorarım. Esasında hiçbir
anlama gelmez çünkü bağlamından koparılmıştır. Ama tuzak kurarım
karşımdakilere. Cümleyi bağlamından kopuk değerlendirmeye direnmelerini
beklerim. Genelde tuzağa düşerler ve cümleden anlam çıkarmaya çalışırlar. Eğer
yukarıda verdiğim linki takip ettiyseniz, biliyorsunuz: Dink’in cümlesi ilk
bakışta Türklerden boşalacak bir kandan bahseder gibidir ve daha da kötüsü bu
kan zehirlidir. Adaylarımız sağolsunlar, bu cümleye muhteşem anlamlar verdiler.
“Yazar burada bütün Türkler öldürülmeli ve kanları Ermenilerin kanlarıyla
değiştirilmeli diyor” diyeni mi ararsınız yoksa “Türkler öldürülmeli ve
toprakları ellerinden alınarak Ermenistan’a verilmeli diyor” diyeni mi? Ama
benim açımdan Akademi hatıralarımın en karanlığı, bu cümleyi tartışırken ve ben
cümlenin grameri nedeniyle söylenen anlamların doğru olamayacağını gösterirken,
kendinden oldukça emin bir şekilde el kaldırarak söz isteyen bir adayın sözleri
oldu: “Biz Hırant Dink’in kim olduğunu da ne yapmak istediğini de biliyoruz.
Bize boşuna bunları anlatmanıza gerek yok. Karar yerinde bir karardır!” Eksik
söyledim: Bu sözleri benim için en karanlık hatıra haline getiren, yüz elli
kişilik sınıftan on beş kadar adayın alkışlarla bu sözlere destek vermesiydi.
Ne kadar utandığımı, ırkçılığı ve ayırımcılığı hakim adayları arasında bu kadar
açık bir şekilde ifade etmiş olmalarının ümidimi ne kadar kırdığını kendilerine
de söyledim. Ancak o sahneyi zaman zaman ürpererek hatırladığımı söylemeliyim.
Dilbilgisi ve Kanun
Ara başlık bulmakta zorlandım. Mesele şu: Dink kararını
incelerken, üzerinde mutlak surette durulması gereken nokta, Dink’in yazdığı o
meşhur cümlenin anlamını tespit edebilmek için, eskilerin tabiriyle siyakına ve
sibakına bakmak gerektiği, yani öncesine ve sonrasına, yani bağlamına. Dink’in
cümlesi bir köşe yazısı içerisinde geçiyordu ve o köşe yazısı da bir yazı
dizisinin sadece bir parçasını oluşturuyordu. Bağlamı içerisinde kan Türk’e
değil Ermeni’ye aitti, Ermeni kimliğine, özellikle de diasporadaki Ermeni
kimliğine karşılık geliyordu ve zehirden kastedilen düşman Türk takıntısıydı. Dolayısıyla
cümlenin anlamını vermek için, elbette o yazı dizisini okumak gerekiyordu.
Savunma, bilirkişi raporu ve mütalaa bu yönde fikir beyan ettiği halde, ilk
derece mahkemesi böyle bir zorunluluğu olmadığını söylemiş ve mahkumiyet kararı
vermişti. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazında da aynı itiraz dile
getirilmiş, Yargıtay Ceza Genel Kurulu ifadenin bağlamı içinde okunması
gerektiğini kabul etmiş, ama nasıl olduğu belli olmayan bir şekilde yine de
mahkumiyet kararı vermişti. Konunun bu noktasında şöyle söylerim öğrencilerime:
“Sizlere metodoloji alanında öğretebileceğim mutlak doğruların sayısı çok az.
Anlattıklarımın büyük bir kısmı tartışmalı ve istisnaları bulunan konular. Ama
kendimden hiçbir şüphe duymadan kesinlikle doğru diyebileceğim bir şey varsa, o
da, bir ifadenin anlamını, ancak ve ancak bağlamını dikkate alarak belirleyebileceğinizdir.”
Yine söyledim bunu. Genç bir arkadaş söz istedi. Genç olduğunu çok iyi
hatırlıyorum çünkü hakimlik için 25 yaşın çok küçük olduğunu söylediğimde,
kendisinin 22 yaşında olduğunu söylemişti –erken gitmiş okula, hiçbir aşamada
takılmamış ve 23 yaşında hakim olarak atandı. Bu arkadaş, ben, dedi, “kanunları
uygulamakla mükellefim. Kanunların söylemediği bir şeyi yapmam gerektiğini
söyleyemezsiniz. Kanunların hiçbir yerinde, bir cümleye anlam vermek için
bağlamına bakılması gerektiği yazmıyor. Dolayısıyla ben de öyle bir ifadeye
anlam vermek için öncesine sonrasına filan bakmak zorunda değilim.” Konuştuğu
dilin hiçbir kuralının da kanunlarda yazmadığını söyleyecek oldum, dilin
dönmedi, nutkum tutuldu, bir şeyler söyledim ama ikna edebildiğimi sanmıyorum.
İlgi, Merak ve Motivasyon
Fatma Barbarosoğlu’nun hakimlik yaşı ile ilgili söyledikleri
çok ses getirdi ama adayların ilgisizliğine dair söyledikleri üzerine yorum
yapılmadı. Sosyal ağlarda, “asıl kendisi düşünsün niye dinlenilmediğini, iyi
anlatamadı ki dinlenilmemiş” gibi bir yorum gördüm. Benim için de geçerli
olabilir elbette bu, ama aynı ilgisizliğe tanıklık ettim.
Sadece ilk dersi anlatayım. Zira daha sonraki derslerde
karşılaştığım ilgisizlik örnekleri, doğrudan benden kaynaklanıyor olabilir.
Benim anlatış tarzımı veya anlattığım konuyu beğenmemiş olabilirler.
Dolayısıyla o örnekler, varsa bir sorun, o soruna ilişkin bir şey söylemiyor
olabilir. Ancak ilk derste, sabah 9.30’da konferans salonuna girdiğimde,
sınıfın azımsanmayacak bir kısmı uyuyordu. Kimin geleceğini ve ne anlatacağını
bilmiyorlardı. Uyumaya gelmişlerdi. Bir kısmı ise, beni gördükleri, dersi
anlatacak kişi olduğumu anladıkları halde, kendi aralarında sohbet ediyor,
oldukça keyifli bir şekilde cep telefonları ile oyun oynuyorlardı. O grup iki
hafta boyunca belki de hiç ders dinlemedi. Ben bir şekilde onları rahatsız edip
dersi dinlemeye zorladığımda ise, zaman zaman edep sınırlarını zorlayan
müdahalelerde bulundular. Tekrarlayayım: Derslerine girdiğim adayların tümünden
bahsetmiyorum. Hatta bazen dersi dinlemek ve konulara devam etmek isteyen
adaylar, ders esnasında açıkça arkadaşlarına eleştiri yönelttiler ve onları
daha uyumlu olmaya davet ettiler. Ancak azımsanmayacak sayıda adayın bu
ilgisizliği ve ilgi göstermek zorunda bırakıldıklarında hırçınlaşmaları, çok da
hayra yorulabilecek gibi değil.
Kitap Okumuş Hakim?
Hangi düzeyde ve hangi konuda ders veriyor olursam olayım,
konuyu bir şekilde kitap okumaya getiririm. Muhataplarımın kitap okuma
alışkanlıklarının düzeyi kadar neler okuduğunu da merak ederim. Ne yazık ki,
yıllardır değişmeyen bir durum var: Hukukçular kitap okumuyor. Hukuk
öğretiminin hukuk dışında başka hiçbir alanla ilişki kurmaya izin vermemesi
gerçeğinin yanında, hukukçular kendiliklerinden ne farklı bilim alanlarını
merak ediyor ne de edebiyatla sağlıklı bir ilişki kurabiliyor. Akademide de kitap
okumaya ilişkin sorduğum sorulara oldukça ümit kırıcı cevaplar aldım. Haklarını
vermeliyim, avukatlıktan gelen adayların bir kısmı, oldukça donanımlıydı.
Yıllardır meydanı boş buluyor olmanın rahatlığıyla konuşurken, zaman zaman mahcup
ettiler beni…
Fuhşu Kendine Meslek Edinmiş Kadın
Anayasa Mahkemesinin, eski TCK’da yer alan bir maddeye
ilişkin verdiği talihsiz bir ret kararı vardır. Fuhşu kendine meslek edinmiş
kadının tecavüze uğraması durumunda fail, normalde alacağı cezanın üçte biriyle
cezalandırılıyordu. Bu hükmün eşitliğe aykırılığı nedeniyle yapılan anayasaya
aykırılık iddiasını AYM reddetmişti. Bu kararı da Hukuk Metodoljisi kitabında
ayrıntılı bir şekilde inceledim. Bir de kısa değerlendirme yazısı var, merak
edenler bakabilir: http://ucnokta.co/tum-yazilar/hukuk/fahisenin-irzina-gecmek.html
Bu kararın incelenmesiyle ilgili aktarmam gereken iki olay
var. İlk olay, genç savcı adaylarının sınıfında meydana geldi. Kararı inceledik
ve arkasından toplumda bazı grupların ayırımcılığa uğradığını, yasalar
düzeldiğinde bile ayırımcı eylemlerin devam ettiğini, yargı mensuplarının bu
konuda dikkatli olması gerektiğini de söyledim. Bir savcı adayı, oldukça
heyecanlı ve sinirli bir şekilde, söz almaya bile gerek duymadan yerinden
fırladı ve şöyle dedi: “Ben alnının teriyle ekmek parası kazanmak için sabahtan
akşama kadar çalışan amele ile bir fahişeyi denk tutamam!” Karşılık olarak
neler söylediğimi hatırlamıyorum.
İkinci olay, avukatlıktan hakimliğe geçenlerin sınıfından.
Yaşı benden de büyük bir aday, ben daha henüz hangi kararı inceleyeceğimizi
yeni söylemişken söz aldı ve şöyle dedi: “Ben bu kararı biliyorum. Anayasa
Mahkemesinin verdiği karar çok doğrudur. Ancak daha sonra meclis bu hükmü
kaldırdı ve oldukça yanlış bir düzenleme yapıldı. Fahişelerle namuslu
kadınların eş tutulması kabul edilemez!”
Bu olayı vesile kılarak eşe tecavüz konusunu da işlerim
sınıfta. Tahmin edilebileceği üzere pek çok aday eşe tecavüz diye bir şey
olamayacağını, kültürümüzde ve dinimizde böyle bir şey olmadığını, eşlerin
birbirlerine karşı görevlerini yerine getirmeleri gerektiğini söyledi.
Adayların bir kısmının henüz evlenmediği hatta henüz hiç cinsel ilişkiye
girmediğini varsayabiliriz. Ancak itirazı dillendiren büyük bir kısmına medeni
hallerini sordum ve evli olduklarını öğrendim.
Evlenen Kadının Soyadı
Evlenen kadının sadece evlenmeden önceki soyadını
taşıyabilmesi yılan hikayesine döndü Türk hukukunda. Mahkemelerin verdiği ret
kararları, Anayasama Mahkemesinin verdiği anayasaya uygunluk kararı, AİHM’nin
verdiği aykırılık kararı, daha sonra ilk derece mahkemelerinin verdiği kabul
kararının temyizinde Yargıtay’ın verdiği bozma kararı. Neyse ki en son AYM
bireysel başvuruyla meseleyi büyük ölçüde karara bağlamış oldu. Akademide bu
meseleyi de inceledik, gerekçeleri tartıştık. Elbette ne olmalı sorusu da geldi
gündeme. Adayların ağırlıklı olarak Türk gelenek ve göreneklerine atıf
yaptıklarını, ailenin birliğine vurgu yaptıklarını, ailenin toplumun temeli
olduğuna ilişkin sarsılmaz bir inanca sahip olduklarını gördüm. Kadın adaylardan
cılız birkaç ses çıktı. Ama hiç unutamayacağım yorum, yine bir kadın adaydan
geldi: “Eğer ben bir erkeği sevmişsem, hayatımı onunla birleştirmişsem, onun
soyadını taşımayı da şeref sayarım!”
Bu vesileyle, AİHM ile ilgili algıya ilişkin de birkaç şey
söylemeliyim: Adaylarımızın büyük bir kısmı, AİHM’yi yabancı ve düşman bir
kurum olarak görüyor. Yargıtay veya AYM’ye yöneltmedikleri eleştirileri, AİHM
kararlarına yöneltiyorlar. Mahkemenin Türk kültürüne yabancı olduğunu, verdiği
kararlarda sübjektif olduğunu söylüyorlar. Anayasanın 90. maddesini, AİHM’nin
mahkumiyet kararlarının yeniden yargılama nedeni olduğunu hatırlattığımda ise,
insan haklarının ebedi değişmez hakikatler olmadığını söylüyorlar. Kim hangi
sonucu çıkarır bilemem, ama kolaylıkla yapılabilecek bir tespit bu.
Adalet ve Ahlak
Adaylarla olan diyaloglarımızda beni en çok üzen şey, adalet
ve ahlak konusundaki basmakalıp bilgilerdi. Sözgelimi, ahlak nedir sorusuna,
adaylarımız toplumun genel ahlakından başka cevap veremediler. Doğru bir yargı
kararı nasıl bir karar olmalı soruma, adil olmalı diyen adaylar da dahil olmak
üzere, neredeyse hiç kimse adalet hakkında tek bir kitap bile okumamıştı.
İşlerinin adalet dağıtmak olduğunu söyleyen hakimlerin adalete ilişkin derli
toplu birkaç cümle bile kuramıyor olması üzücü değil mi?
Son Söz
Şimdilik bu kadar “hatıralar”. Zamanla hatırladıklarımı
yazar, derler toplarım. Ancak şunu belirtmeliyim: Eğer ortada bir suçlu
aranacaksa, onlar hakimler veya adaylar değil. Hakimlerin eksiklikleri ve
kusurları, bütün hukukçuların eksikliği ve kusuru. Hakimlerin eksikliği ve
kusuru, her şeyden önce hukuk öğretimini programlayanların ve yürütenlerin
kusuru. Bu hatıraları, belli bir meslek grubunu küçümsemek veya aşağılamak için
yazmadım. Hasbelkader hakim adaylarını gözlemleme fırsatı buldum ve hukuk
fakültesinden mezun olmak ne demektir, onu gördüm. Onlarda kendimi de gördüm.
Alacağımız çok yol var, tek bildiğim bu.
(Gözlemlerin devamı niteliğindeki ikinci yazı için tıklayınız.)
(Gözlemlerin devamı niteliğindeki ikinci yazı için tıklayınız.)
Kendi adıma yazıyı okuyunca çok üzüldüm. Hrant'ın yazısından kanın türkün kanı olduğunu çıkaran bir hakim yada savcı düşünemiyorum. O beynin vereceği hiçbir karar sağlıklı olmaz.
YanıtlaSildersinizi dinleyemiyorum ama bu yazı eksikliğini giderdi elinize sağlık hocam
YanıtlaSilİlgiyle okudum. Yazılarınızın devamını bekliyorum.
YanıtlaSilBence burada büyük bir mantık hatası var. Özellikle "yaşa takılma" konusunda sıkıntı görüyorum. Sadece burada ki gözlem, tespit ve çözüm konusunda değil genel olarak biz Türkler de var bu. Tespiti yaparken hiç sıkıntı çıkmıyor. Sorunu görmekte üstümüze yok ayrıntısına girmiyorum. Hatta daha fazla uzatmadan söyleyeyim. Olay şu; sorun var evet! sebebi yaş HAYIR! Burada gözlem yaparken gördüğünüz yaş aslında bir yeri gösterirken ki işaret parmağınız. Siz işaret parmağına sorun diyorsunuz. Halbuki sorun şu; o 22,23 yaşındaki gençler yaşa gelene kadar nasıl bir toplumla yaşadı, nasıl bir toplumsal yaklaşımla karşı karşıya kaldı?(örneğin; sonuca odaklı yaklaşım, ezber yaklaşımı) Annesinden babasından ne gördü? Üniversite hocalarına kadar ne gördü bu insan? Yine sorunu kendimizden kaçırıyor, olayı yaşa vuruyoruz. 23 yaşında ki bir insan, özellikle de yeni dönemde bilgi çağında yetişmiş, etkileşim ve paylaşım çağında yetişmiş bir insan kendisini de yetiştirdiyse pek tabi hakimlik yapabilir. Şimdikilerden kötü olmayacağı kesin. Ama nasıl oluyor da göze batacak fazlalıkta "sıkıntılı" arkadaşları gözlemleyebiliyorsunuz, bunu yaşa değil topluma, ailelere, medyaya sormak gerekiyor. Sorusunda ciddi mantık hatası bulduğunuz(anlamsız ön yargı da dahil) genç arkadaşları alın bakalım, söyleyin ona 3 yıl avukatlık yap seni hakim yapacağız. 3 yıl sonra aynı soruları sorun. Alacağınız cevaplardan tatmin olacaklarınızın sayısı çok az olsa da yine de olacaktır. Sonuç; 3 yıl şartı getirerek sadece göze çarpmayı engellemeye çalıştınız. TEBRİKLER!
YanıtlaSilSayın Ali Aksoylu, ilk olarak yaş meselesini önemsiyorum. Hakimlik ve savcılık için gerekli olgunluğun ve birikimin sağlanması için gerekli olan yaşın belirlenmesi elbette çok kolay değil, ancak mezuniyetin hemen sonrası da çok erken. Bununla birlikte yazıda yaş vurgusu yok. Tartışmanın çıkış noktası olarak işaret ediliyor. Ve esasında yaştan ziyade başka konuları konuşmak gerektiğini söylüyor. Üstelik avukatlıktan geçenlerin de tepkilerini aktarıyorum. Ve son olarak da tam da sizin dediğinizi söylüyorum: "
SilEğer ortada bir suçlu aranacaksa, onlar hakimler veya adaylar değil. Hakimlerin eksiklikleri ve kusurları, bütün hukukçuların eksikliği ve kusuru. Hakimlerin eksikliği ve kusuru, her şeyden önce hukuk öğretimini programlayanların ve yürütenlerin kusuru. Bu hatıraları, belli bir meslek grubunu küçümsemek veya aşağılamak için yazmadım. Hasbelkader hakim adaylarını gözlemleme fırsatı buldum ve hukuk fakültesinden mezun olmak ne demektir, onu gördüm. Onlarda kendimi de gördüm."
İronik tebriğinizi anlayamadım....
Bende diyorum ki bir şeyi tespit etmeyi de bilmiyoruz. Örneğin kitap eleştirisi. Türkiye'de kitap okuyanı da görüyoruz. Zevkine okuyor insanlar. Bir kitabı okuduktan sonra hala aynı kişi oluyorsan ki Türkiye'de bu durum böyle, ne anlamı var hiç okumasaydın daha iyiydi. Bundan dolayı sorun daha derinlerde diyorum ben. Açıkçası eleştirdiğim hususta bu yöntem ve yeteri kadar derine inememe yüzeysel kalma bunun sonucunda da çözüm üretemeden tespitler yapmaktır. Yazınızın %2 sini kapsayan sonuç bölümünü görüp "bak burada yakalamış" diyip kesip atamam. %2 lik kısmı buna ayırmak gülünç olmakla birlikte üzücü de. Tespit çözümü bulmak için yapılır. Bulduğunuz tek çözüm yaş. Tebrik ise elbette ki çözümünüz için. İroni ise bir çeşit büyülü bilge bir kavramdır. Cevabı bulmak isteyen ve bulmasını bilenlere bir cevaptır, yol gösterici, rehberdir, cevabı bulmak istemeyenlere ise sadece bir handan ibarettir.
SilAyrıca avukatlık zor iştir. Donanım gerekir, çok yönlü olmak gerekir, iletişim gerekir, gerekir de gerekir. Siz mezun olmuş birisine 3 yıl zorunluluğu getirdiğiniz zaman, zaten yetenekli olanlar, kendini geliştirenler o 3 yılın sonunda hakimliğe bakmazlar. 3 yılın sonunda hakim olmaya çalışacaklara gelince, kendini geliştiremeyen, değişime ayak uyduramayan vb. olumsuzluklarla karşılaşmış olanlar olacaktır. Bunlar hiç düşünülmüyor.
YanıtlaSilBlogunuzun dün yayınlanan meslek öncesi eğitim yönetmeliğiyle bu kadar geç farkına varmak üzücü oldu benim için. Bir hukuk öğrencisi olarak "sonrasında neler oluyor" konusunu yaşanmış hadiseler şeklinde okumak oldukça hoş ve bir nebze de olsa merak giderici oldu. Mazur görün beni, ancak benim de söyleyeceklerim var: özellikle durulması gereken noktanın "hukuk eğitimi" ve "kitap okumak" olduğunu söyleyebilirim. Hatıralarınızda adayların dünyadan tamamıyla izole bir yaşam sürdükleri öncelikle göze çarpmakta. aslında toplum olarak ancak bulunduğumuz coğrafya kadar dünyaya uyum sağlayabiliyoruz. Hal böyle olunca ortaya koyduğumuz her türlü tepki dahil olmak üzere hukuk eğitimi de buna gore şekilleniyor. diğer taraftan her geçen gün artan nüfus ve orantılı olarak yükselen talep de eğitimi niteliksizlestirmekte. Hatıralarınızı yazmaya devam etmenizi dört gözle bekliyorum.
YanıtlaSilEgitim ve sınavlarda gelinen nokta çok acı
YanıtlaSiltus forumlarında “...Bundan 7-8 kadar yıl önceydi. 5-6 defa girdiğim ÜDS lerden 50-60 arası alıp duruyordum. Meşhur bir TUS dersanesinin Meşhur bir sahibi -ki iyi İngilizce bilmesi ile de tanınır- yerime ÜDS ye girebileceğini söyledi. "Sen de sarışın gözlüklüsün ben de, kimse anlamaz bile, ben böyle çok kişiye ÜDS-KPDS kazandırttım" dedi. Tabi teklifini "bütün akademik hayatımı b.k çukurunun üzerine bina edemem" diyerek reddettim. 1-2 sınav daha sürünüp kendim 71'imi aldım. Eğer yakalanırsa "sevgili JOKER abimin" aleyhine tanıklık ederim. Allah islah etsin, bir adamın her işi mi YAMUK olur ya?”
http://www.stetuskop.com/showthread.php?t=4964&page=62
http://www.stetuskop.com/showthread.php?t=10037
http://www.stetuskop.com/showthread.php?t=4309
http://www.stetuskop.com/showthread.php?t=9306
Ateş olmayan yerden duman çıkar mı
bundan çıkan anlatılan ve ya kanaatimize göre anlatılmayandan hissedilen anlam tusdata hazırlık dersanesinin paralel yapi feto Fethullah Gülen cemaatine genç klinisyenler yapılanması içinde herkesten farklı özel ve çok fazla kontenjan ayırdığı ve iyilik yapmak icin ücretsiz aldığı kişisel verileri yasadışı kaydettiği yani fişleme yaptığı.. tusdata ve veya uz.dr sami selçukbiricik in sponsoru olduğu drtus.com tus forumunda övünme ve güç gösterisi olarak anlatılan ösym den bilgi sızdırmalarını, ilişkilerini, bağlantılarını, görüşmelerini maddi güç ve fethullah gülen fetö paralel yapı veya başka bir cemaat örgüt yapı bağlantısı olmadan nasıl yapılabileceği şayanı hayret bir konu olarak şüpheleri celbetmekte haklıdır tusdata ve veya sahibi uz.dr. sami selçukbiricik iddia edildigi gibi feto paralel fethullah gülen mensubu mudur iskenderpaşa hakyol mensubu mudur bilinmez ve böyle olsa da olmasa da özkaya özel hayatı kendi tercihidir bu kısmına saygı duyulmalı ancak ilişkiler ağı Ağacın Kurdu kitabındaki gibi rahatsız edici giriftlikte.. Bu arada ösym nin sınava başkasının yerine girdiği tespit edilen tus Dersanesi sahibi ifadesiyle bu kişinin kamu oyunun anladığı kişinin büyük ihtimalle uz Dr Sami selçukbiricik olduğu kanaati oluşuyor. Ösym nin ve uzman doktor sami selçukbiricik in de açıklama ve videolarında net bir aksi beyanı yok ..soruşturmaların akamete uğraması bu ortamda bu bağlantılarla ve tusdata dusdata maddi sponsorluğunda yayın yapan Drtus.com tus/dus/eus forum sitesi moderatörlerinin ösym ve yök te tanıdıkları olduğu ve maddi gücü fazla olduğu icin ösym de yök te sağlık bakanlığında muhatap kabul ediliyor itibar görüyor beyanları zaten malumun ilanı beklenen bir durum .
ÖSYM kampanyaları ile bir yandan tusdata bir yandan STV ve zaman gazetesi bir yandan taraf gazetesi ile ÖSYM'nin şifre ve hatalı soru ve sınavlarla gündeme gelirken kpss, ve polis hakim avukat savcı sınavları yolsuzluğunun unutturulduğu gündemin ösym ciddiyetsizliğiyle yaptığı hatalı sorular üzerinden kampanyalarla her sınav döneminde ösym yolsuzluğu gündeminin değiştirilip kpss sınavı ve diğer sınav soru çalmalarının ve zaman aşımı türü örtbaslarin siyasette milletvekilleri ,ÖSYM ve YÖK ' teki kirli bağlantıları ve irtibatlı kişileri ali veli halil bilal isa musa sema esma ayşe fatma fatih burhan nurhan orhan muharrem mükerrem naim saim rabia safiye nazife hafize binnur zinnur rahmi rahim adları her kimse bunlar ayıklanmadığı gerçeğinin örtüldüğü sürece . .
seffaf olmasi gereken kurumların kanser gibi hasta hastalıklı enfekte bir ilişki zinciri değil mi
Her sınavda sorular alındı mı çalındı mi sızdı mi sızdırıldı mi kaygısı yersiz Mi?