27 Ocak 2015 Salı

Adalet Akademisi Gözlemleri - 2

Adalet Akademisinde ders verdiğim dönemde karşılaştığım ve aktarmayı borç bildiğim bazı olayları bir önceki yazımda aktarmıştım. Okumamış olanlara bu yazıdan önce o metni okumalarını tavsiye ediyorum: <http://gundemliyorum.blogspot.com.tr/2015/01/adalet-akademisi-gozlemleri.html>

Olaylar hakkında mümkün olduğunca yorum yapmadığım dikkat çekmiştir. Üzerinden çok zaman geçmemiş olmasına rağmen, sayıca fazla olması, aynı dersi defalarca anlattığım için olayların iç içe geçmesi ayrıntıları bihakkın hatırlamamı ve aktarmamı engelliyor. Dolayısıyla belleğimde en fazla iz bırakanları aktardım. Bu yazıda da, olayları hatırlamaya çalıştıkça o karmaşa içinden canlanıp gelenleri kaleme aldım. Elbette ufak tefek farklılıklar olacaktır. Ama genel itibariyle yaşanmış olayları aksettiriyor.

Azınlıklar meselesi

Hırant Dink davasının beni en çok zorlayan mesele olduğunu yazmıştım. Söylemeyi unuttuğum iki nokta var ilk yazıda…

İlk olay, daha doğrusu mesele şu: Dink’in Türklüğe hakaretten mahkûm olduğu davaya ilişkin Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararını incelerken, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazında yer alan ve bu haliyle YCGK kararına da aynen geçen uzunca bir metin var. Bu metin, Dink’in dava konusu edilen cümlesinin içinde yer aldığı yazı dizisinin özenli ve bizzat Dink’in ifadelerine sadık kalınarak yapılmış bir özeti. Bütün bir yazı dizisini satır satır okumak mümkün değildi sınıfta. Dolayısıyla ben de bu özeti kullandım. Sınıftan itirazlar geldi. Özetin güvenilir olmayabileceği söylendi. Bu itirazların özellikle kararı eleştirmeme tepki gösteren arkadaşlardan geldiğini belirtmeliyim. Yazı dizisini okuduğumu, özetin iyi ve asıl ifadelere sadık olduğunu, eğer bana güvenmiyorlarsa daha sonra internetten kolaylıkla yazıya ulaşabileceklerini belirttim muteriz adaylara. Özeti okurken, hızlı okumak zorunda kaldığımız için, bazı önemli noktaların anlaşılamaması riskine karşı arada kısa açıklamalar yaptım. Ancak aynı muteriz adaylar benim yazının anlaşılmasını manipüle ettiğimi söylediler. Yaptığım açıklamaya katılmıyorlarsa hemen ifade etmelerini istedim. Nihayetinde metni okurken, bence ve muhataplarımın çoğunca, Dink’in o meşhur cümlesindeki kanın Türk’ün veya Türk’lerin değil diaspora Ermenileri’nin kanı olduğu, zehir metaforunun düşman Türk takıntısı olduğu kendiliğinden ortaya çıktı. İlk başta olumsuz tavır takınan bazı adayların bu duruma hayret ettiğini gözlemledim. Ancak yine de, metni okumuş olmamıza rağmen, gerekçelerinin ne olduğu sorusuna yanıt vermekten kaçınarak bazı adaylar ısrarla, o cümlenin Türklüğe hakaret anlamına geldiğini söylemeye devam etti. Buna da ben hayret ettim.

Azımsanmayacak sayıda adayın bir başka itirazı, Dink’in kaleminin kuvvetli olduğunun belli olduğu, bir aktivist olarak o cümlenin yanlış anlamaya müsait olduğunu öngörmesi gerektiği ve daha düzgün bir cümle kurması gerektiği oldu. İfade özgürlüğünün tam da bu olmadığını anlatmaya çalıştım adaylara, dilim döndüğünce.

İkinci olay belki daha vahim: Yine azımsanmayacak sayıda aday, bu davanın siyasi bir dava olduğunu söyledi. Ama asıl önemlisi, bir aday, bu konuyu sınıfta işlememize ve tartışmamıza gerek olmadığını açıkça söyledi. Zira dava siyasi bir davaydı, herkesin kendine ait siyasi bir görüşü vardı, bu konu üzerinde uzlaşmak mümkün değildi. Hayretle sordum adaya: “Bu davada hakim veya savcı olduğunuzda, hukuki değil kendi görüşünüz çerçevesinde siyasi bir karar vereceğinizi mi iddia ediyorsunuz?” Ne cevap aldığımı hatırlamıyorum.

Dink davasındaki tutumla ilişkisi kurulacak bir olay, azınlıklarla ilgili olarak yaşandı. Ara başlığı açmamın asıl sebebi de bu.

Anayasa Mahkemesi iki farklı kararında, aynı basit gerekçelerle, nüfus kayıtlarındaki din hanesine ilişkin Nüfus Kanunundaki ibarenin iptali başvurusunu reddetmişti. Mahkemeye göre, Anayasal güvence altındaki kimsenin dini inançlarını ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaması ile nüfus kaydının kişinin dinini de içermesi arasında bir çelişki yoktu. Mahkeme, “bu kuralın da zorlayıcı bir niteliği ve zorlama ile bir ilişkisi bulunmamaktadır” diyordu. Adaylara, Mahkemenin zorlamayı çok dar yorumladığını, muhtemelen kişinin başına silah dayandığı bir durumda dinini açıklamayı anladığını, ancak baskın bir dinin olduğu popülasyon içerisinde ve gayri Müslimlerin başına gelenlerin malum olduğu bir ülkede, sadece dinin ne olduğunun resmi makamlar tarafından sorulmuş olmasının bile zorlama olarak kabul edilmesi gerektiğini söyledim. Söylediğim şeyin doğruluğu yanlışlığı bir yana, bir adayın tepkisini aktarmam gerekiyor. Aday, isyan edercesine yerinden fırladı, yüksek sesle ve titreyerek mealen şöyle dedi: “Bu ülkede azınlıklar ne çekmiş, ne zorluğu yaşamış? Hepsi bu ülkenin kaymağını yedi. En zenginler onlardı. En rahat yaşayan onlardı. Biz askerlik yaptık zamanında onlar ticaret yapıp zengin oldu.” Ayrıntıları hatırlamadığım için söylediği diğer şeyleri aktaramıyorum ama ihanetten de bahsettiğini söylemeliyim. Sınıfın da hakkını vermek lazım. Hemen yanındakiler adayı sakinleştirmeye çalışırken, diğerlerinden söz konusu adayın sözlerine eleştiriler geldi. Ben de, hadi hiçbir şeyden haberiniz yok, Salkım Hanım’ın Taneleri’ni de mi izlemediniz, 6-7 Eylül olaylarını da mı duymadınız demek zorunda kaldım. Bu olayın, avukatlıktan gelenler sınıfında geçtiğini ve itirazda bulunan adayın kırk yaşının üstünde olduğunu belirteyim.

Konjonktürel Savunma

Metodoloji dersinde incelediğim kararlar, bir pozitif hukuk çalışması yapmadığımız için, güncel olmak zorunda değildir. Dolayısıyla 1970lerden başlayarak 2000lere kadar gelen tarihlerde ortaya çıkmış kararlardır. Dink davası da dahil olmak üzere, işlediğimiz kararların neredeyse hepsi için adayların benim kararlara yönelttiğim eleştirilere yönelik itirazı, “konjonktürellik” oldu. Kararların dönemin konjonktürünün ürünüydü ve öyle anlaşılması ve okunması gerekiyordu. Bu yargıda bir miktar haklılık payı var elbette, ancak sorun, bu argümanın neredeyse kararları meşrulaştırmak üzere kullanılmasıydı. Şimdiye kadar çok yorum yapmadım ancak bu konuda söylemek istediğim bir şey var: Ben bu tutumu, yani hatalı mahkeme kararlarının hatasını tartışmak yerine dönemin şartlarına bakarak anlaşılabilir bulma eğilimini, hukukçuluğa içkin bir otorite aşkıyla açıklıyorum. Aldığımız hukuk eğitimi, her noktasında, hukuku halkın, toplumun somutlaşmış değer yargıları gibi göstermek suretiyle, hukukçuyu da genele uyan, uyması gerektiğini düşündürten bir insan haline getiriyor. Türk Milleti adına karar veren veya vereceğinin bilincindeki hukukçularda bu çok daha açık bir şekilde göze çarpıyor. Bu durumda her dönemin iktidarına kucak açan yargı mensuplarını anlamak kolaylaşıyor.

Yaş Meselesi

Gündemdeki asıl mesele, genç yaşta hakim olma imkanıydı esasında. Bu konuda net bir şeyler söylemek zor. Tam olarak hangi yaşın hakimlik için en uygun olduğuna karar vermenin ölçütleri üzerinde bile uzun uzun konuşmak lazım. Ancak hem yeni mezunlarla hem de avukatlıktan geçenlerle muhatap olduğum için, sadece izlenimlerime dayalı, gerekçelendirmekte zorlanacağım spekülatif birkaç şey söylemek istiyorum.

Hakimlik ve savcılık, çok büyük bir yetki ve itibar kazandırıyor. Bu büyük bir yük. Bu büyük yükün birdenbire taşınmaya çalışılmasının hem kişinin kendi psikolojisi üzerinde yıkıcı etkileri olabilir hem de istenmeyen davranışlara yol açabilir. Kendi 25 yaşımdaki halimi düşünüyorum. Nasıl hakim veya savcı olabilirdim ki!

Çoğunca ev geçindirme derdinde bile olmamış, hiçbir yükümlülük yüklenmemiş, uğradığı en büyük haksızlık öğretim üyesinin verdiği düşük not olmuş, aşık olmamış, ilişki yürütmemiş, cinsel ilişkiye girmemiş, terkedilmemiş, aldatılmamış, en fazla ailesine karşı basit birkaç meselede hesap vermek zorunda kalmış bir gencin o büyük yükün altına girmesini istemek haksızlık.

Avukatlıktan gelen adayların, üstlenmek üzere oldukları sorumluluğun çok daha farkında olduklarını gördüm. Dersi dinleme, düşüncelerini ifade etme, tepkilerini gösterme konusunda çok daha tutarlı idiler. Ancak onlar açısından, özellikle kırk yaşını geçmiş olanlardan açıkça aldığım tepki, yeni şeyler okuma ve öğrenme konusundaki isteksizleriydi. Bir hukukçunun, hele de bir hakimin insana ve topluma dair pek çok şey bilmesi gerektiğini, bunu hukuk öğretiminin sağlamadığını söylediğimde, “artık bizden geçti” dediler.



Bu ikinci yazıyı, ilkine oranla biraz daha fazla yorumla yazmış oldum. Bu konuda son bir yazı daha yazıp bırakacağım. Hep kötü şeylerden bahsettik, biraz da Akademide şahit olduğum ve beni ümitlerinden bazı gelişmeleri aktarmak istiyorum. Muhtemelen hukuk öğretimine ilişkin söyleyeceğim birkaç şeyi de ekleyerek….

2 yorum:

  1. Merhaba Hocam,

    İlk yazıyla beraber bu yazıyı da değerlendirdiğimizde hakim-savcı adaylarının olaylara bakış açısını görmüş olduk.Ancak bu milliyetçi muhafazakar çıkışların temeli yaş mıdır ? Adaylar 5 yıl sonra hakim-savcı olsalar daha mı farklı düşüneceklerdi ? Hrant Dink kararını veren yerel mahkeme ve yargıtay üyeleri çok mu gençti ? Sözün özü anlattıklarınızla yaş ne kadar ilişkili ?

    Kanaatimce anlattıklarınız dünyaya bakışla alakalı, takdir edilen süre zarfında da değişmesi pek muhtemel değil ancak elbette hakim-savcı olmak için belirli bir yaş tayin edilebilir.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın Demir,

      Fatma Barbarosoğlu'nun yazısını takiben ve yaş konusuyla birlikte kaleme alınınca, sanırım kastetmediğim bir ilişki varmış gibi anlaşıldı. Elbette bu milliyetçi reflekslerin yaşla ilgisi yok.

      Yanlış anlamaya sebep verdiğim için kusura bakmayınız.

      Sil