5 Haziran 2015 Cuma

Hukukçu İdeolojisinin Keşfine Doğru - 1


Meslektaşlarla gündelik konuşmalarımızda bir “hukukçu ideolojisi”nden bahsederiz zaman zaman. Ama doğrusu, bu ideolojinin ne olduğunu tam olarak bilmeyiz. Hukukçu dünyayı, toplumu, insanı nasıl görür? Hukuku nasıl betimler? Kendisine nasıl bir rol biçer? Hukuka verdiği anlam ve kendisine biçtiği rol, eylemlerini, projelerini, öngörülerini nasıl etkiler? Toplumsal çatışmaları nasıl teşhis eder? Neleri sorun olarak algılar? Sorunlar için nasıl çözümler üretir? İktidarla ilişkisi nedir? Toplumsal değer yargılarıyla ilişkisi nedir? Tarih anlayışı nedir? Beşeri bilimlerle ilgili birikimi nedir? Bu birikim yargılarını nasıl etkiler? Bu soruların yanıtını bulmak için uzun soluklu ve farklı çalışmalar yapmak gerekiyor elbette. Yapılmış bazı çalışmalardan hemen aklıma gelenlerden ilki Artun Ünsal’ın Siyaset ve Anayasa Mahkemesi incelemesi ile Mithat Sancar ve Eylem Ümit Atılgan’ın Adalet Biraz Es Geçiliyor araştırması.

Hukukçu ideolojisinin ortaya çıkarılması için bakılması gereken en önemli kaynaklardan birisi hukuk eğitimi, diğeri ise hukukçuların hukukun değeri hakkında söyledikleri şeyler. Bu ikisinin kesişim noktasında, hukukçu biliminsanlarının ders kitabı mahiyetinde yazdıkları eserlerdeki görüşleri önemli. Bu yöndeki görüşlere en çok Hukuk Başlangıcı üst başlığı altında yazılan kitaplar ile medeni hukuk kitaplarının başlangıç hükümlerine ilişkin eserlerde ve ceza hukukunun genel hükümlerine ilişkin eserlerde rastlıyoruz. Bu tip kitaplarda yazarlar, hukukun anlam ve önemine dair bir şeyler söyleme ihtiyacı hissederler ve tabir caizse hukuk güzellemesi yaparlar. Hukuk öğrencisi de, bir ders kitabı içerisinde karşılaşmaya hazır olduğu “hakikatler” olarak bu güzellemeleri benimsemek durumundadır.

Böyle bir yaklaşımla, vaktim oldukça bu hukuk güzellemelerini tasvir etmeye çalışacağım. Hukukçunun hukuk öğrencisine hukuku nasıl tanıttığını göstermek istiyorum. Bir sonraki adım, bu güzellemenin çürütülmesi olacak.

İlk olarak, tamamen tesadüf eseri seçtiğim bir kitapla, Zahit İmre’nin 1971 tarihli Medeni Hukuka Giriş başlıklı eseriyle (İÜHFY: İstanbul) başlıyorum.

Medeni hukukçular, muhtemelen muhataplarının birinci sınıf öğrencileri olduğunu düşünerek, kitaplarına hukuk kavramını tanımlamayarak ve açıklayarak başlamayı çok sever. Bunun yanında hukuka ilişkin bir belirleme yapmak için genellikle örf ve âdete, ahlaka ve dine ilişkin de bazı açıklamalar yapılır, bunların hukukla ilişkisi ve farkı incelenir. Bu anlatının hem hukukun ne olduğunu hem de değerini içerir. Ben bu anlatıları, hukukçu ideolojisini ortaya çıkarmak için kullanacağım.

İmre’nin kitabının birinci bölümü, tam da bu anlatılara karşılık geliyor. Bölümün alt başlıkları şöyle:

1. Hukuk Hakkında Genel Bilgiler
2. Hukuki Durumlar
3. Hukuk Kuralları (Kaideleri)
4. Adalet
5. Ahlak
6. Din Kuralları
7. Tabii Hukuk
8. Tabii Hukuka Karşı Çıkan Görüşler

İmre’ye göre hukuk, “insanlar arasındaki ilişkileri ve toplum hayatını tanzim eden kuralları (kaideleri) koyar, özel ve genel hayatın uyuşmazlıklarını çözümler, insanlara işleri, hayatları ve gelecekleri hakkında güven sağlar”. Her ne kadar bir betimleme gibi görünse de bu ifade, hemen ekler: “Hukuk bunları yapmakla görevlidir.”

Tarihte ilk insan topluluklarında hak ve hukuk yoktur. Bu dönemde sadece güç hâkimdir. Hayvanlar arasında olduğu gibi, bu dönemde, insanlar arasında da güçlüler zayıfları ezmiştir. Ancak “akıl sayesindedir ki, insan ve insanlık zamanla gelişmiş ve insan topluluklarında kuvvet nizamından hukuk nizamına geçiş sağlanmış, kol ve silah kuvvetinin yerine hukuk ve ahlak kuralları yerleşmeye başlamıştır… Bu suretle, haksızlığa karşı hükümdara veya hâkime baş vurma usulü yerleşmiş, hak ve adalet hukuk nizamının temel konusu olmuştur. Öyle ki, koydukları nizamda ahlak ve adalet prensiplerini kabul etmemiş olan milletler, ergeç kuvvet nizamını kabul etmek zorunda kalmıştır.”
İmre’nin anlattığı bu hikâye, işin doğrusu, tarih, antropoloji ve sosyoloji alanlarında hiç de iddialı olmayan benim gibi birisi için bile oldukça sarsıcı ve ümit kırıcı. Elbette ki bu hikâyeyi inanılır ve ikna edici kılabilecek herhangi bir veri yok. Ancak görülen, hukukun akılla ve gelişmeyle ilişkilendirilmiş olması ve kutsanması.

İmre bu ifadelerin hemen sonrasında, yaptığı kutsamadan bir geri adım atar ve “bir toplumun uygarlık (medenilik) ve ilericilik niteliği[nin], ancak mensuplarının ahlak ve adalet esaslarına göre kurulu bir hukuk nizamına uymaları veya iktidarın insanları bu türlü bir nizama uydurdukları takdirde var olabilir” der. İktidar kelimesi ilk defa geçmiştir ancak burada iktidar, insanların ahlak ve adalet esaslarına uymalarını sağlama kabiliyetine sahiptir. İktidardan bahsedilen ilk yerde, insanları zorla ahlak ve adalet uyarınca hareket etmeye zorlamakla iyi bir şey yapan iktidarı görmüş oluruz. (s. 1)
“Hukuk hayatın nizamıdır.” İnsanlar arasında ihtiraslarından kaynaklanan çatışmalar vardır. “Burada, karışıklığa, anarşiye yer vermemek için, en büyük kuvvet hukuktur.” Ne var ki İmre’nin bu ifadesinde ilginç olan, hukukun devletle, güçle ve iktidarla özdeşleştirilmesidir. Zaten hukuk “hayatın önderi ve düzenleyicisidir”.

Örf ve adetle başlayan hukuk serüveni, İmre’ye göre Solon ve Roma hukuku ile devam eder. Daha sonra dini hukuk hâkim olmuş ancak sonra Roma hukuku yeniden etkili olmuştur. On sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren büyük kanunlar yapılması süreci başlamış ve bu hal günümüze dek gelmiştir. (s. 2)

Her toplum kendi ihtiyaçlarına göre hukuk yaratagelmiştir. “Burada esas düşünce, herkesin menfaat, hak ve hürriyetinin başkalarının menfaat, hak ve hürriyetlerile sınırlandırılmış bulunmasıdır… Hukuk nizamının insan hürriyetlerinin bir kısmını alması ve bunu topluma vermesi, insanı toplumun diğer üyelerine bağlamak, aralarında tesanüdü sağlamak içindir. İnsan için hürriyetin gerçek temeli hukuktur. Çünkü, sınırsız hürriyet, insanları, hür değil fakat esir yapar; böyle bir halde, en kuvvetli olan hakim olur ve diğer insanlara istediğini yaptırır.” İmre’nin bu anlatımı, mevcut hukukun her türlü görünümünü meşrulaştırır gibi duruyor. Ancak yine daha önce de yaptığı gibi geri adım atar ve hukuk devleti ile totaliter devlet arasında bir ayırım yapar. İmre’ye göre totaliter devlet “hukukun uygun görmediği bir haldir”. Hukuk ve iktidar arasındaki ilişkinin bulanıklaştırılmasının ardından artık hukuk ile ahlak arasındaki ilişki de bulanıklaşmıştır. Tarihsel olarak betimleyici bir yaklaşımla anlatılan hukuk, şimdi de ahlak ve adalet ile eş anlamlı kullanılmaya başlanmıştır.

İmre’ye göre hukuk yazılı hukuktan ibaret değildir. Kanunun açıkça söylemediği durumlar yorum ile ortaya çıkarılır. Bunan yanında bir de “kanunda hiç bulunmayan yazılı olmayan hukuk kuralları da uyulması zorunlu olan kurallardır. Bu kurallar, millet ve hukukçu vicdanında yaşayan kural ve prensiplerdir.” (s. 3) Ne var ki bu kural ve prensiplere dair başkaca bir tartışma yapmaz yazar, vicdana başvurmak, belirsizliği meşrulaştırmanın en iyi aracıdır nasıl olsa!

Bu anlatımın ardından İmre, hukukun fonksiyonlarını ele almak ister ancak adalet meselesine girer. Ona göre, beşeri ilişkilerin adalete uygun bir şekilde düzene bağlanması hukukun gayesidir. (s. 4) Pozitif hukuk ise, “ülkedeki hukukun ancak bir kısmıdır”. Pozitif hukuku, üstünlüğü kabul edilen değerlerle canlandırmak gerekir. Bu değerler, adalet, ahlak, güvenlik, genel fayda ve milli tesanüttür. Söz konusu değerler bir denge kurarlar ancak bu dengenin bir matematik formülü yoktur: “bunu akıl ve mantığın yardımı ile ahlaki his tayin eder”. (s. 6)

İmre daha sonrasında, ahlak ve adalet konularına ayrı başlıklar açar ve diğer anlatımlara oranla uzun sayılabilecek hacimde anlatımda bulunur. Ne yazık ki bu anlatımdan ahlaka ve adalet dair betimlenebilecek bir öz çıkarılamadığı gibi, çok sayıda çelişkiyle de karşılaşılmaktadır. Söz gelimi, İmre’ye göre, “bir şeyin adil olup olmadığının takdiri, yalnız Devlete ait değildir. Devletin koyduğu bir kanun da adalete aykırı olabilir. Bu sebepten dolayıdır ki, adalete ve insan haklarına önem veren ve bunları teminat altına alan anayasalar, anayasaya aykırı kanunların uygulanması müsaade etmezler. Türkiyedeki sistem de budur.” (s. 17) İmre bu ifadeleriyle, önce adalete aykırı olabilen pozitif düzenlemelerden bahsediyor ancak daha sonra bunu düzelten bir sistem olarak adalete ve insan haklarına önem veren anayasaya uygun denetimini sunuyor. Bu şekilde, “Türkiyedeki” sistemin her halükarda ahlaka ve adalete uygun olduğunu da söylemiş oluyor.

Hukukçular, hukuka ve hukukçuya toplumsal rollerini verirken çok da mütevazı değildirler. Nitekim İmre de hukukçular için oldukça cömerttir:

“Bir ilim ve sanat olan hukuk sayesinde, hukukçu sosyal gerçeğin bulucusu, sosyal nizamın ve adaletin yaratıcısıdır. Hukukçu, ahlak ve adalet idealinin gereği olan muvazeneyi sanatla araştıracaktır. Hukukçu, hukukun ilmi ve rasyonel bilgisine, insanlık hayatına en büyük kıymeti veren, ahlak ve adaletin asaletini ekleyen şahıstır. Bu açıdan, ahlak her şeyden önce gelen vazifeleri göstermiştir. En büyük mutluluk bunlara uyabilmektedir.” (s. 26)

Hukuk fakültelerinde verilen eğitimin Cumhuriyet döneminde esaslı bir değişikliğe uğramadığını düşünürsek, İmre’nin kendisine ve öğrencilerine biçtiği rolün hakkını vermesinin mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Ancak hukukçu, öyle ya da böyle, kendisini ‘’sosyal gerçeğin bulucusu”, “sosyal nizamın ve adaletin yaratıcısı” görebilmektedir.

Bir noktaya daha işaret etmek gerekiyor: Hukukçular yaptıkları işi sanatla, ahlaka ilişkin inançlarını da hisle açıklamaya meyyaldir. Bunun anlamı şudur: Neyi niye nasıl yaptığımı ben de bilmiyorum! Hakkında bilgisizliğinden dolayı konuşamadığı bir meseleye sanat ve his yakıştırması, oldukça etkili bir meşrulaştırmadır.

Hâsılı-ı kelam…


Hızlı bir okumaya dair kısa bir değerlendirme sundum. İmre’nin kitabının birinci bölümü, daha ayrıntılı bir okumayı da hak ediyor. Üzerine söylenecek daha çok şey var. Ancak amacım, hukukçu ideolojisine yönelik bazı veriler bulabilmekti. Bulabildiğimi düşünüyorum. Farklı metinlerin okunmasıyla ortaya çıkacak bir bütün, hukukçu ideolojisi hakkında daha rahat konuşmamızı sağlayacak.

1 yorum: