Meslektaşlarla gündelik konuşmalarımızda bir “hukukçu
ideolojisi”nden bahsederiz zaman zaman. Ama doğrusu, bu ideolojinin ne olduğunu
tam olarak bilmeyiz. Hukukçu dünyayı, toplumu, insanı nasıl görür? Hukuku nasıl
betimler? Kendisine nasıl bir rol biçer? Hukuka verdiği anlam ve kendisine
biçtiği rol, eylemlerini, projelerini, öngörülerini nasıl etkiler? Toplumsal
çatışmaları nasıl teşhis eder? Neleri sorun olarak algılar? Sorunlar için nasıl
çözümler üretir? İktidarla ilişkisi nedir? Toplumsal değer yargılarıyla
ilişkisi nedir? Tarih anlayışı nedir? Beşeri bilimlerle ilgili birikimi nedir?
Bu birikim yargılarını nasıl etkiler? Bu soruların yanıtını bulmak için uzun soluklu
ve farklı çalışmalar yapmak gerekiyor elbette. Yapılmış bazı çalışmalardan
hemen aklıma gelenlerden ilki Artun Ünsal’ın Siyaset ve Anayasa Mahkemesi incelemesi ile Mithat Sancar ve Eylem
Ümit Atılgan’ın Adalet Biraz Es Geçiliyor
araştırması.
Hukukçu ideolojisinin ortaya çıkarılması için bakılması
gereken en önemli kaynaklardan birisi hukuk eğitimi, diğeri ise hukukçuların
hukukun değeri hakkında söyledikleri şeyler. Bu ikisinin kesişim noktasında,
hukukçu biliminsanlarının ders kitabı mahiyetinde yazdıkları eserlerdeki
görüşleri önemli. Bu yöndeki görüşlere en çok Hukuk Başlangıcı üst başlığı
altında yazılan kitaplar ile medeni hukuk kitaplarının başlangıç hükümlerine
ilişkin eserlerde ve ceza hukukunun genel hükümlerine ilişkin eserlerde
rastlıyoruz. Bu tip kitaplarda yazarlar, hukukun anlam ve önemine dair bir
şeyler söyleme ihtiyacı hissederler ve tabir caizse hukuk güzellemesi yaparlar. Hukuk öğrencisi de, bir ders kitabı
içerisinde karşılaşmaya hazır olduğu “hakikatler” olarak bu güzellemeleri
benimsemek durumundadır.
Böyle bir yaklaşımla, vaktim oldukça bu hukuk
güzellemelerini tasvir etmeye çalışacağım. Hukukçunun hukuk öğrencisine hukuku
nasıl tanıttığını göstermek istiyorum. Bir sonraki adım, bu güzellemenin
çürütülmesi olacak.
İlk olarak, tamamen tesadüf eseri seçtiğim bir kitapla,
Zahit İmre’nin 1971 tarihli Medeni Hukuka Giriş başlıklı eseriyle (İÜHFY:
İstanbul) başlıyorum.
Medeni hukukçular, muhtemelen muhataplarının birinci sınıf
öğrencileri olduğunu düşünerek, kitaplarına hukuk kavramını tanımlamayarak ve
açıklayarak başlamayı çok sever. Bunun yanında hukuka ilişkin bir belirleme
yapmak için genellikle örf ve âdete, ahlaka ve dine ilişkin de bazı açıklamalar
yapılır, bunların hukukla ilişkisi ve farkı incelenir. Bu anlatının hem hukukun
ne olduğunu hem de değerini içerir. Ben bu anlatıları, hukukçu ideolojisini
ortaya çıkarmak için kullanacağım.
İmre’nin kitabının birinci bölümü, tam da bu anlatılara
karşılık geliyor. Bölümün alt başlıkları şöyle:
1. Hukuk Hakkında Genel Bilgiler
2. Hukuki Durumlar
3. Hukuk Kuralları (Kaideleri)
4. Adalet
5. Ahlak
6. Din Kuralları
7. Tabii Hukuk
8. Tabii Hukuka Karşı Çıkan
Görüşler
İmre’ye göre hukuk, “insanlar arasındaki ilişkileri ve
toplum hayatını tanzim eden kuralları (kaideleri) koyar, özel ve genel hayatın
uyuşmazlıklarını çözümler, insanlara işleri, hayatları ve gelecekleri hakkında
güven sağlar”. Her ne kadar bir betimleme gibi görünse de bu ifade, hemen
ekler: “Hukuk bunları yapmakla görevlidir.”
Tarihte ilk insan topluluklarında hak ve hukuk yoktur. Bu
dönemde sadece güç hâkimdir. Hayvanlar arasında olduğu gibi, bu dönemde,
insanlar arasında da güçlüler zayıfları ezmiştir. Ancak “akıl sayesindedir ki,
insan ve insanlık zamanla gelişmiş ve insan topluluklarında kuvvet nizamından
hukuk nizamına geçiş sağlanmış, kol ve silah kuvvetinin yerine hukuk ve ahlak
kuralları yerleşmeye başlamıştır… Bu suretle, haksızlığa karşı hükümdara veya hâkime
baş vurma usulü yerleşmiş, hak ve adalet hukuk nizamının temel konusu olmuştur.
Öyle ki, koydukları nizamda ahlak ve adalet prensiplerini kabul etmemiş olan
milletler, ergeç kuvvet nizamını kabul etmek zorunda kalmıştır.”
İmre’nin anlattığı bu hikâye, işin doğrusu, tarih,
antropoloji ve sosyoloji alanlarında hiç de iddialı olmayan benim gibi birisi
için bile oldukça sarsıcı ve ümit kırıcı. Elbette ki bu hikâyeyi inanılır ve
ikna edici kılabilecek herhangi bir veri yok. Ancak görülen, hukukun akılla ve
gelişmeyle ilişkilendirilmiş olması ve kutsanması.
İmre bu ifadelerin hemen sonrasında, yaptığı kutsamadan bir
geri adım atar ve “bir toplumun uygarlık (medenilik) ve ilericilik
niteliği[nin], ancak mensuplarının ahlak ve adalet esaslarına göre kurulu bir
hukuk nizamına uymaları veya iktidarın insanları bu türlü bir nizama
uydurdukları takdirde var olabilir” der. İktidar kelimesi ilk defa geçmiştir
ancak burada iktidar, insanların ahlak ve adalet esaslarına uymalarını sağlama
kabiliyetine sahiptir. İktidardan bahsedilen ilk yerde, insanları zorla ahlak
ve adalet uyarınca hareket etmeye zorlamakla iyi bir şey yapan iktidarı görmüş
oluruz. (s. 1)
“Hukuk hayatın nizamıdır.” İnsanlar arasında ihtiraslarından
kaynaklanan çatışmalar vardır. “Burada, karışıklığa, anarşiye yer vermemek
için, en büyük kuvvet hukuktur.” Ne var ki İmre’nin bu ifadesinde ilginç olan,
hukukun devletle, güçle ve iktidarla özdeşleştirilmesidir. Zaten hukuk “hayatın
önderi ve düzenleyicisidir”.
Örf ve adetle başlayan hukuk serüveni, İmre’ye göre Solon ve
Roma hukuku ile devam eder. Daha sonra dini hukuk hâkim olmuş ancak sonra Roma
hukuku yeniden etkili olmuştur. On sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren
büyük kanunlar yapılması süreci başlamış ve bu hal günümüze dek gelmiştir. (s.
2)
Her toplum kendi ihtiyaçlarına göre hukuk yaratagelmiştir. “Burada
esas düşünce, herkesin menfaat, hak ve hürriyetinin başkalarının menfaat, hak
ve hürriyetlerile sınırlandırılmış bulunmasıdır… Hukuk nizamının insan
hürriyetlerinin bir kısmını alması ve bunu topluma vermesi, insanı toplumun
diğer üyelerine bağlamak, aralarında tesanüdü sağlamak içindir. İnsan için hürriyetin
gerçek temeli hukuktur. Çünkü, sınırsız hürriyet, insanları, hür değil fakat
esir yapar; böyle bir halde, en kuvvetli olan hakim olur ve diğer insanlara
istediğini yaptırır.” İmre’nin bu anlatımı, mevcut hukukun her türlü görünümünü meşrulaştırır gibi duruyor. Ancak yine daha önce de yaptığı gibi geri adım
atar ve hukuk devleti ile totaliter devlet arasında bir ayırım yapar. İmre’ye
göre totaliter devlet “hukukun uygun görmediği bir haldir”. Hukuk ve iktidar
arasındaki ilişkinin bulanıklaştırılmasının ardından artık hukuk ile ahlak
arasındaki ilişki de bulanıklaşmıştır. Tarihsel olarak betimleyici bir
yaklaşımla anlatılan hukuk, şimdi de ahlak ve adalet ile eş anlamlı
kullanılmaya başlanmıştır.
İmre’ye göre hukuk yazılı hukuktan ibaret değildir. Kanunun
açıkça söylemediği durumlar yorum ile ortaya çıkarılır. Bunan yanında bir de “kanunda
hiç bulunmayan yazılı olmayan hukuk kuralları da uyulması zorunlu olan
kurallardır. Bu kurallar, millet ve hukukçu vicdanında yaşayan kural ve
prensiplerdir.” (s. 3) Ne var ki bu kural ve prensiplere dair başkaca bir
tartışma yapmaz yazar, vicdana başvurmak, belirsizliği meşrulaştırmanın en iyi
aracıdır nasıl olsa!
Bu anlatımın ardından İmre, hukukun fonksiyonlarını ele
almak ister ancak adalet meselesine girer. Ona göre, beşeri ilişkilerin adalete
uygun bir şekilde düzene bağlanması hukukun gayesidir. (s. 4) Pozitif hukuk
ise, “ülkedeki hukukun ancak bir kısmıdır”. Pozitif hukuku, üstünlüğü kabul
edilen değerlerle canlandırmak gerekir. Bu değerler, adalet, ahlak, güvenlik,
genel fayda ve milli tesanüttür. Söz konusu değerler bir denge kurarlar ancak
bu dengenin bir matematik formülü yoktur: “bunu akıl ve mantığın yardımı ile
ahlaki his tayin eder”. (s. 6)
İmre daha sonrasında, ahlak ve adalet konularına ayrı
başlıklar açar ve diğer anlatımlara oranla uzun sayılabilecek hacimde anlatımda
bulunur. Ne yazık ki bu anlatımdan ahlaka ve adalet dair betimlenebilecek bir
öz çıkarılamadığı gibi, çok sayıda çelişkiyle de karşılaşılmaktadır. Söz
gelimi, İmre’ye göre, “bir şeyin adil olup olmadığının takdiri, yalnız Devlete
ait değildir. Devletin koyduğu bir kanun da adalete aykırı olabilir. Bu
sebepten dolayıdır ki, adalete ve insan haklarına önem veren ve bunları teminat
altına alan anayasalar, anayasaya aykırı kanunların uygulanması müsaade
etmezler. Türkiyedeki sistem de budur.” (s. 17) İmre bu ifadeleriyle, önce
adalete aykırı olabilen pozitif düzenlemelerden bahsediyor ancak daha sonra
bunu düzelten bir sistem olarak adalete ve insan haklarına önem veren anayasaya
uygun denetimini sunuyor. Bu şekilde, “Türkiyedeki” sistemin her halükarda
ahlaka ve adalete uygun olduğunu da söylemiş oluyor.
Hukukçular, hukuka ve hukukçuya toplumsal rollerini verirken
çok da mütevazı değildirler. Nitekim İmre de hukukçular için oldukça cömerttir:
“Bir ilim ve sanat olan hukuk sayesinde, hukukçu sosyal
gerçeğin bulucusu, sosyal nizamın ve adaletin yaratıcısıdır. Hukukçu, ahlak ve
adalet idealinin gereği olan muvazeneyi sanatla araştıracaktır. Hukukçu,
hukukun ilmi ve rasyonel bilgisine, insanlık hayatına en büyük kıymeti veren,
ahlak ve adaletin asaletini ekleyen şahıstır. Bu açıdan, ahlak her şeyden önce
gelen vazifeleri göstermiştir. En büyük mutluluk bunlara uyabilmektedir.” (s.
26)
Hukuk fakültelerinde verilen eğitimin Cumhuriyet döneminde
esaslı bir değişikliğe uğramadığını düşünürsek, İmre’nin kendisine ve
öğrencilerine biçtiği rolün hakkını vermesinin mümkün olmadığını
söyleyebiliriz. Ancak hukukçu, öyle ya da böyle, kendisini ‘’sosyal gerçeğin
bulucusu”, “sosyal nizamın ve adaletin yaratıcısı” görebilmektedir.
Bir noktaya daha işaret etmek gerekiyor: Hukukçular
yaptıkları işi sanatla, ahlaka ilişkin inançlarını da hisle açıklamaya
meyyaldir. Bunun anlamı şudur: Neyi niye nasıl yaptığımı ben de bilmiyorum!
Hakkında bilgisizliğinden dolayı konuşamadığı bir meseleye sanat ve his
yakıştırması, oldukça etkili bir meşrulaştırmadır.
Hâsılı-ı kelam…
Hızlı bir okumaya dair kısa bir değerlendirme sundum. İmre’nin
kitabının birinci bölümü, daha ayrıntılı bir okumayı da hak ediyor. Üzerine
söylenecek daha çok şey var. Ancak amacım, hukukçu ideolojisine yönelik bazı
veriler bulabilmekti. Bulabildiğimi düşünüyorum. Farklı metinlerin okunmasıyla
ortaya çıkacak bir bütün, hukukçu ideolojisi hakkında daha rahat konuşmamızı
sağlayacak.
Ah hukukçular, içi beni dışı eli yakar!
YanıtlaSil