18 Ocak 2016 Pazartesi

Yargının ‘Zehir’li Dili

Dink kararı, hukuk tarihimizde kara bir leke olarak kalacak bir ibret vesikası. Önyargıyla verilen mahkeme kararları için mükemmel bir örnek.


Hrant Dink, Ermenice ve Türkçe yayın yapan, asıl muhatabı Türkiye’deki Ermeni cemaati olan Agos gazetesinin başyazarıydı. Bir aktivistti. Ermeni-Türk ilişkileri üzerine kafa yormuş, çokça yazmış, çokça konuşmuştu. 2004 yılının ilk aylarına yayılan 11 hafta boyunca Agos’ta kaleme aldığı yazı dizisinde yer alan bir cümle üzerinden kopartılan fırtınada ‘hainlik’le, ‘Türk düşmanlığı’yla suçlandı, hakkında Türklüğe hakaretten ceza davası açıldı ve suçlu bulundu.

Dink’in tartışma yaratan cümlesi şuydu: “Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistanla kuracağı asil damarında mevcuttur”.

Cümleyi ilk okuduğumda kafamın karıştığını itiraf etmeliyim. Bu cümleyi şimdiye kadar belki de bine yakın hukukçu karşısında okudum ve hiç de azımsanmayacak sayıda dinleyicim ilk hamlede bir hakaret tespit etti. Köşe yazarı da öyle yapmıştı, savcı da, ilk derece mahkemesi hakimi de.

Hâlbuki Türk’ün damarından boşalacak kanın yerini Ermeni’nin Ermenistanla kuracağı damardan temin etmenin hiçbir anlamı yoktu.  ‘O zehirli kan’ın hangi anlamda zehirli olduğu bilinmeden cümleye anlam verilemezdi.  ‘Zehir’in de ‘kan’ın da metafor olduğu düşünülse, esasında başka bir şeyden bahsedildiğini ama bu cümleden tek başına anlam çıkmayacağını söylemek mümkün olabilirdi. Okuyanların zihninde canlanan ‘Türk düşmanı Ermeni’ imgesi cümlenin anlamını düşünmeye engel oluyordu.

Üstelik söz konusu cümle, uzunca bir yazı dizisinde yer alıyordu. Ama Şişli 2. Asliye Ceza Mahkemesi yazıların bütününe bakmayı açıkça reddetti. Savunmayı, bilirkişi raporlarını, mütalaaları herhangi bir gerekçe göstermeden geçersiz saydı. Mahkemeye göre okuyucuların ‘bütün gazeteleri okuma zorunluluğu’ yoktu. O yüzden de kanın kime ait olduğunu ve hangi anlamda zehirli olduğunu araştırmadı. Yazarın ne dediğini tek bir cümleye bakıp hemen anlamıştı.

Sadece bu cümleye bakan ama cümlenin anlamına dair hiçbir açıklama yapmaya gerek görmeyen mahkeme sanığın suç işleme kastını başka bir yerde aradı: Hrant Dink Ermenilerin ulusal bilincini geliştirmeye çalışıyordu.

İlk derece mahkemesinin kararı Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından onandı. Daire’ye göre Dink’in Türklüğe hakaret ettiği konusunda kuşku yoktu. Cümlenin ne anlama geldiğini söylemedi daire ama “Suça konu yazının yayımlandığı mevkute, sanığın mevkutedeki konumu, hitap edilen kitle, yayımlanma amacı ile hitap edilen kitle tarafından algılanma biçimi de gözetilerek, dava konusu yazı dizisi bir bütün olarak ele alınıp değerlendirildiğinde” suç ortadaydı işte.

Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin kararına Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itiraz etti. Uzun bir itiraz metniydi ama Başsavcılığın yaptığı, daha doğrusu yapabildiği çok basit bir şeydi: Dink’in yazılarını okuma zahmetine girmiş ve tartışmalı cümlenin anlamının Türklüğe hakaretle uzaktan yakından alakası olmadığını göstermişti.

İtiraz üzerine karar Yargıtay Ceza Genel Kuruluna gitti. Kurul onadı kararı. Ama Kurul, ilk derece mahkemesi kararının gerekçelerine katılmıyordu. Kurula göre yazıların hepsi okunmalıydı. Ayrıca Lozan Antlaşmasının güvence altına aldığı Ermenilerin ulusal bilinci üzerinde çalışmak suç sayılamazdı.

Kurul yine de Dink’in Türklüğe hakaret ettiğine kanaat getirdi. Cümlenin anlamı üzerinde durmadı ve suç kastını başka bir yerde aradı: Dink yazılarının bir yerinde Türk-Ermeni ilişkisinde Türklerin paranoyalarıyla, Ermenilerin ise travmalarıyla hareket ettiğini söylemişti. Bir de 1915 olaylarında Ermenilerin yaşadığı drama ilgi göstermemeyi vicdansızlık olarak nitelemişti. Kurul bu gerekçelerin cümlenin anlamını nasıl etkilediğini açıklamadı. Ama bu ifadelerin varlığının, tartışma konusu cümlede Türklüğün aşağılandığını gösterdiğini söyledi.

Oysa Dink’in yazıları üstünkörü bir okumayla bile şunu söylüyordu: Ermeniler, daha doğrusu diaspora Ermenileri kimliklerini Türk düşmanlığı üzerine inşa ediyordu ve damarlarında, yarattıkları düşman Türk imgesi dolaşıyordu. Ermeni kimliğinin sağlıklı bir şekilde yeniden inşa edilmesi için Ermenilerin bu Türk düşmanlığıyla zehirlenmiş kandan kurtulması ve boşalan yeri Ermenistanla kuracakları bağlantıyla edinecekleri yeni, taze ve temiz kanla, yani yeni bir kimlik ve amaçla doldurmaları gerekiyordu. Yani zehirli olan kan Türk’ün değil, Ermeni’nin kanıydı. Zehrin anlamı, ‘düşman Türk’ takıntısıydı. Ne Türk'e ne Ermine'ye hakaret ediyordu Dink. Kalemi kuvvetliydi. Metaforlarla konuşuyordu. Okuyucularının metaforlarla, imgelerle düşünemeyeceğini öngörememişti.

Türkiye bu karar nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce tazminat ödemeye mahkûm edildi.
Suçu sabit bulan Yargıtay 9. Ceza Dairesi başkanı daha sonra Yargıtay başkanı seçildi.

Karara imza atan Ceza Genel Kurulu üyesi bir hakimimiz ise Ombudsman oldu. Dink kararı kendisine hatırlatıldığında, önce o davada Hrant Dink’in yargılandığından haberi olmadığını söyledi; sonra da o dönemki ifade özgürlüğünün söz konusu kararı vermeyi gerektirdiğini.


Hâlbuki sorun, ifade özgürlüğü sorunu değildi; önyargılar olmaksızın bir metne anlam verilebilse, yeterdi.

5 Haziran 2015 Cuma

Hukukçu İdeolojisinin Keşfine Doğru - 1


Meslektaşlarla gündelik konuşmalarımızda bir “hukukçu ideolojisi”nden bahsederiz zaman zaman. Ama doğrusu, bu ideolojinin ne olduğunu tam olarak bilmeyiz. Hukukçu dünyayı, toplumu, insanı nasıl görür? Hukuku nasıl betimler? Kendisine nasıl bir rol biçer? Hukuka verdiği anlam ve kendisine biçtiği rol, eylemlerini, projelerini, öngörülerini nasıl etkiler? Toplumsal çatışmaları nasıl teşhis eder? Neleri sorun olarak algılar? Sorunlar için nasıl çözümler üretir? İktidarla ilişkisi nedir? Toplumsal değer yargılarıyla ilişkisi nedir? Tarih anlayışı nedir? Beşeri bilimlerle ilgili birikimi nedir? Bu birikim yargılarını nasıl etkiler? Bu soruların yanıtını bulmak için uzun soluklu ve farklı çalışmalar yapmak gerekiyor elbette. Yapılmış bazı çalışmalardan hemen aklıma gelenlerden ilki Artun Ünsal’ın Siyaset ve Anayasa Mahkemesi incelemesi ile Mithat Sancar ve Eylem Ümit Atılgan’ın Adalet Biraz Es Geçiliyor araştırması.

Hukukçu ideolojisinin ortaya çıkarılması için bakılması gereken en önemli kaynaklardan birisi hukuk eğitimi, diğeri ise hukukçuların hukukun değeri hakkında söyledikleri şeyler. Bu ikisinin kesişim noktasında, hukukçu biliminsanlarının ders kitabı mahiyetinde yazdıkları eserlerdeki görüşleri önemli. Bu yöndeki görüşlere en çok Hukuk Başlangıcı üst başlığı altında yazılan kitaplar ile medeni hukuk kitaplarının başlangıç hükümlerine ilişkin eserlerde ve ceza hukukunun genel hükümlerine ilişkin eserlerde rastlıyoruz. Bu tip kitaplarda yazarlar, hukukun anlam ve önemine dair bir şeyler söyleme ihtiyacı hissederler ve tabir caizse hukuk güzellemesi yaparlar. Hukuk öğrencisi de, bir ders kitabı içerisinde karşılaşmaya hazır olduğu “hakikatler” olarak bu güzellemeleri benimsemek durumundadır.

Böyle bir yaklaşımla, vaktim oldukça bu hukuk güzellemelerini tasvir etmeye çalışacağım. Hukukçunun hukuk öğrencisine hukuku nasıl tanıttığını göstermek istiyorum. Bir sonraki adım, bu güzellemenin çürütülmesi olacak.

İlk olarak, tamamen tesadüf eseri seçtiğim bir kitapla, Zahit İmre’nin 1971 tarihli Medeni Hukuka Giriş başlıklı eseriyle (İÜHFY: İstanbul) başlıyorum.

Medeni hukukçular, muhtemelen muhataplarının birinci sınıf öğrencileri olduğunu düşünerek, kitaplarına hukuk kavramını tanımlamayarak ve açıklayarak başlamayı çok sever. Bunun yanında hukuka ilişkin bir belirleme yapmak için genellikle örf ve âdete, ahlaka ve dine ilişkin de bazı açıklamalar yapılır, bunların hukukla ilişkisi ve farkı incelenir. Bu anlatının hem hukukun ne olduğunu hem de değerini içerir. Ben bu anlatıları, hukukçu ideolojisini ortaya çıkarmak için kullanacağım.

İmre’nin kitabının birinci bölümü, tam da bu anlatılara karşılık geliyor. Bölümün alt başlıkları şöyle:

1. Hukuk Hakkında Genel Bilgiler
2. Hukuki Durumlar
3. Hukuk Kuralları (Kaideleri)
4. Adalet
5. Ahlak
6. Din Kuralları
7. Tabii Hukuk
8. Tabii Hukuka Karşı Çıkan Görüşler

İmre’ye göre hukuk, “insanlar arasındaki ilişkileri ve toplum hayatını tanzim eden kuralları (kaideleri) koyar, özel ve genel hayatın uyuşmazlıklarını çözümler, insanlara işleri, hayatları ve gelecekleri hakkında güven sağlar”. Her ne kadar bir betimleme gibi görünse de bu ifade, hemen ekler: “Hukuk bunları yapmakla görevlidir.”

Tarihte ilk insan topluluklarında hak ve hukuk yoktur. Bu dönemde sadece güç hâkimdir. Hayvanlar arasında olduğu gibi, bu dönemde, insanlar arasında da güçlüler zayıfları ezmiştir. Ancak “akıl sayesindedir ki, insan ve insanlık zamanla gelişmiş ve insan topluluklarında kuvvet nizamından hukuk nizamına geçiş sağlanmış, kol ve silah kuvvetinin yerine hukuk ve ahlak kuralları yerleşmeye başlamıştır… Bu suretle, haksızlığa karşı hükümdara veya hâkime baş vurma usulü yerleşmiş, hak ve adalet hukuk nizamının temel konusu olmuştur. Öyle ki, koydukları nizamda ahlak ve adalet prensiplerini kabul etmemiş olan milletler, ergeç kuvvet nizamını kabul etmek zorunda kalmıştır.”
İmre’nin anlattığı bu hikâye, işin doğrusu, tarih, antropoloji ve sosyoloji alanlarında hiç de iddialı olmayan benim gibi birisi için bile oldukça sarsıcı ve ümit kırıcı. Elbette ki bu hikâyeyi inanılır ve ikna edici kılabilecek herhangi bir veri yok. Ancak görülen, hukukun akılla ve gelişmeyle ilişkilendirilmiş olması ve kutsanması.

İmre bu ifadelerin hemen sonrasında, yaptığı kutsamadan bir geri adım atar ve “bir toplumun uygarlık (medenilik) ve ilericilik niteliği[nin], ancak mensuplarının ahlak ve adalet esaslarına göre kurulu bir hukuk nizamına uymaları veya iktidarın insanları bu türlü bir nizama uydurdukları takdirde var olabilir” der. İktidar kelimesi ilk defa geçmiştir ancak burada iktidar, insanların ahlak ve adalet esaslarına uymalarını sağlama kabiliyetine sahiptir. İktidardan bahsedilen ilk yerde, insanları zorla ahlak ve adalet uyarınca hareket etmeye zorlamakla iyi bir şey yapan iktidarı görmüş oluruz. (s. 1)
“Hukuk hayatın nizamıdır.” İnsanlar arasında ihtiraslarından kaynaklanan çatışmalar vardır. “Burada, karışıklığa, anarşiye yer vermemek için, en büyük kuvvet hukuktur.” Ne var ki İmre’nin bu ifadesinde ilginç olan, hukukun devletle, güçle ve iktidarla özdeşleştirilmesidir. Zaten hukuk “hayatın önderi ve düzenleyicisidir”.

Örf ve adetle başlayan hukuk serüveni, İmre’ye göre Solon ve Roma hukuku ile devam eder. Daha sonra dini hukuk hâkim olmuş ancak sonra Roma hukuku yeniden etkili olmuştur. On sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren büyük kanunlar yapılması süreci başlamış ve bu hal günümüze dek gelmiştir. (s. 2)

Her toplum kendi ihtiyaçlarına göre hukuk yaratagelmiştir. “Burada esas düşünce, herkesin menfaat, hak ve hürriyetinin başkalarının menfaat, hak ve hürriyetlerile sınırlandırılmış bulunmasıdır… Hukuk nizamının insan hürriyetlerinin bir kısmını alması ve bunu topluma vermesi, insanı toplumun diğer üyelerine bağlamak, aralarında tesanüdü sağlamak içindir. İnsan için hürriyetin gerçek temeli hukuktur. Çünkü, sınırsız hürriyet, insanları, hür değil fakat esir yapar; böyle bir halde, en kuvvetli olan hakim olur ve diğer insanlara istediğini yaptırır.” İmre’nin bu anlatımı, mevcut hukukun her türlü görünümünü meşrulaştırır gibi duruyor. Ancak yine daha önce de yaptığı gibi geri adım atar ve hukuk devleti ile totaliter devlet arasında bir ayırım yapar. İmre’ye göre totaliter devlet “hukukun uygun görmediği bir haldir”. Hukuk ve iktidar arasındaki ilişkinin bulanıklaştırılmasının ardından artık hukuk ile ahlak arasındaki ilişki de bulanıklaşmıştır. Tarihsel olarak betimleyici bir yaklaşımla anlatılan hukuk, şimdi de ahlak ve adalet ile eş anlamlı kullanılmaya başlanmıştır.

İmre’ye göre hukuk yazılı hukuktan ibaret değildir. Kanunun açıkça söylemediği durumlar yorum ile ortaya çıkarılır. Bunan yanında bir de “kanunda hiç bulunmayan yazılı olmayan hukuk kuralları da uyulması zorunlu olan kurallardır. Bu kurallar, millet ve hukukçu vicdanında yaşayan kural ve prensiplerdir.” (s. 3) Ne var ki bu kural ve prensiplere dair başkaca bir tartışma yapmaz yazar, vicdana başvurmak, belirsizliği meşrulaştırmanın en iyi aracıdır nasıl olsa!

Bu anlatımın ardından İmre, hukukun fonksiyonlarını ele almak ister ancak adalet meselesine girer. Ona göre, beşeri ilişkilerin adalete uygun bir şekilde düzene bağlanması hukukun gayesidir. (s. 4) Pozitif hukuk ise, “ülkedeki hukukun ancak bir kısmıdır”. Pozitif hukuku, üstünlüğü kabul edilen değerlerle canlandırmak gerekir. Bu değerler, adalet, ahlak, güvenlik, genel fayda ve milli tesanüttür. Söz konusu değerler bir denge kurarlar ancak bu dengenin bir matematik formülü yoktur: “bunu akıl ve mantığın yardımı ile ahlaki his tayin eder”. (s. 6)

İmre daha sonrasında, ahlak ve adalet konularına ayrı başlıklar açar ve diğer anlatımlara oranla uzun sayılabilecek hacimde anlatımda bulunur. Ne yazık ki bu anlatımdan ahlaka ve adalet dair betimlenebilecek bir öz çıkarılamadığı gibi, çok sayıda çelişkiyle de karşılaşılmaktadır. Söz gelimi, İmre’ye göre, “bir şeyin adil olup olmadığının takdiri, yalnız Devlete ait değildir. Devletin koyduğu bir kanun da adalete aykırı olabilir. Bu sebepten dolayıdır ki, adalete ve insan haklarına önem veren ve bunları teminat altına alan anayasalar, anayasaya aykırı kanunların uygulanması müsaade etmezler. Türkiyedeki sistem de budur.” (s. 17) İmre bu ifadeleriyle, önce adalete aykırı olabilen pozitif düzenlemelerden bahsediyor ancak daha sonra bunu düzelten bir sistem olarak adalete ve insan haklarına önem veren anayasaya uygun denetimini sunuyor. Bu şekilde, “Türkiyedeki” sistemin her halükarda ahlaka ve adalete uygun olduğunu da söylemiş oluyor.

Hukukçular, hukuka ve hukukçuya toplumsal rollerini verirken çok da mütevazı değildirler. Nitekim İmre de hukukçular için oldukça cömerttir:

“Bir ilim ve sanat olan hukuk sayesinde, hukukçu sosyal gerçeğin bulucusu, sosyal nizamın ve adaletin yaratıcısıdır. Hukukçu, ahlak ve adalet idealinin gereği olan muvazeneyi sanatla araştıracaktır. Hukukçu, hukukun ilmi ve rasyonel bilgisine, insanlık hayatına en büyük kıymeti veren, ahlak ve adaletin asaletini ekleyen şahıstır. Bu açıdan, ahlak her şeyden önce gelen vazifeleri göstermiştir. En büyük mutluluk bunlara uyabilmektedir.” (s. 26)

Hukuk fakültelerinde verilen eğitimin Cumhuriyet döneminde esaslı bir değişikliğe uğramadığını düşünürsek, İmre’nin kendisine ve öğrencilerine biçtiği rolün hakkını vermesinin mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Ancak hukukçu, öyle ya da böyle, kendisini ‘’sosyal gerçeğin bulucusu”, “sosyal nizamın ve adaletin yaratıcısı” görebilmektedir.

Bir noktaya daha işaret etmek gerekiyor: Hukukçular yaptıkları işi sanatla, ahlaka ilişkin inançlarını da hisle açıklamaya meyyaldir. Bunun anlamı şudur: Neyi niye nasıl yaptığımı ben de bilmiyorum! Hakkında bilgisizliğinden dolayı konuşamadığı bir meseleye sanat ve his yakıştırması, oldukça etkili bir meşrulaştırmadır.

Hâsılı-ı kelam…


Hızlı bir okumaya dair kısa bir değerlendirme sundum. İmre’nin kitabının birinci bölümü, daha ayrıntılı bir okumayı da hak ediyor. Üzerine söylenecek daha çok şey var. Ancak amacım, hukukçu ideolojisine yönelik bazı veriler bulabilmekti. Bulabildiğimi düşünüyorum. Farklı metinlerin okunmasıyla ortaya çıkacak bir bütün, hukukçu ideolojisi hakkında daha rahat konuşmamızı sağlayacak.

27 Ocak 2015 Salı

Adalet Akademisi Gözlemleri - 2

Adalet Akademisinde ders verdiğim dönemde karşılaştığım ve aktarmayı borç bildiğim bazı olayları bir önceki yazımda aktarmıştım. Okumamış olanlara bu yazıdan önce o metni okumalarını tavsiye ediyorum: <http://gundemliyorum.blogspot.com.tr/2015/01/adalet-akademisi-gozlemleri.html>

Olaylar hakkında mümkün olduğunca yorum yapmadığım dikkat çekmiştir. Üzerinden çok zaman geçmemiş olmasına rağmen, sayıca fazla olması, aynı dersi defalarca anlattığım için olayların iç içe geçmesi ayrıntıları bihakkın hatırlamamı ve aktarmamı engelliyor. Dolayısıyla belleğimde en fazla iz bırakanları aktardım. Bu yazıda da, olayları hatırlamaya çalıştıkça o karmaşa içinden canlanıp gelenleri kaleme aldım. Elbette ufak tefek farklılıklar olacaktır. Ama genel itibariyle yaşanmış olayları aksettiriyor.

Azınlıklar meselesi

Hırant Dink davasının beni en çok zorlayan mesele olduğunu yazmıştım. Söylemeyi unuttuğum iki nokta var ilk yazıda…

İlk olay, daha doğrusu mesele şu: Dink’in Türklüğe hakaretten mahkûm olduğu davaya ilişkin Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararını incelerken, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazında yer alan ve bu haliyle YCGK kararına da aynen geçen uzunca bir metin var. Bu metin, Dink’in dava konusu edilen cümlesinin içinde yer aldığı yazı dizisinin özenli ve bizzat Dink’in ifadelerine sadık kalınarak yapılmış bir özeti. Bütün bir yazı dizisini satır satır okumak mümkün değildi sınıfta. Dolayısıyla ben de bu özeti kullandım. Sınıftan itirazlar geldi. Özetin güvenilir olmayabileceği söylendi. Bu itirazların özellikle kararı eleştirmeme tepki gösteren arkadaşlardan geldiğini belirtmeliyim. Yazı dizisini okuduğumu, özetin iyi ve asıl ifadelere sadık olduğunu, eğer bana güvenmiyorlarsa daha sonra internetten kolaylıkla yazıya ulaşabileceklerini belirttim muteriz adaylara. Özeti okurken, hızlı okumak zorunda kaldığımız için, bazı önemli noktaların anlaşılamaması riskine karşı arada kısa açıklamalar yaptım. Ancak aynı muteriz adaylar benim yazının anlaşılmasını manipüle ettiğimi söylediler. Yaptığım açıklamaya katılmıyorlarsa hemen ifade etmelerini istedim. Nihayetinde metni okurken, bence ve muhataplarımın çoğunca, Dink’in o meşhur cümlesindeki kanın Türk’ün veya Türk’lerin değil diaspora Ermenileri’nin kanı olduğu, zehir metaforunun düşman Türk takıntısı olduğu kendiliğinden ortaya çıktı. İlk başta olumsuz tavır takınan bazı adayların bu duruma hayret ettiğini gözlemledim. Ancak yine de, metni okumuş olmamıza rağmen, gerekçelerinin ne olduğu sorusuna yanıt vermekten kaçınarak bazı adaylar ısrarla, o cümlenin Türklüğe hakaret anlamına geldiğini söylemeye devam etti. Buna da ben hayret ettim.

Azımsanmayacak sayıda adayın bir başka itirazı, Dink’in kaleminin kuvvetli olduğunun belli olduğu, bir aktivist olarak o cümlenin yanlış anlamaya müsait olduğunu öngörmesi gerektiği ve daha düzgün bir cümle kurması gerektiği oldu. İfade özgürlüğünün tam da bu olmadığını anlatmaya çalıştım adaylara, dilim döndüğünce.

İkinci olay belki daha vahim: Yine azımsanmayacak sayıda aday, bu davanın siyasi bir dava olduğunu söyledi. Ama asıl önemlisi, bir aday, bu konuyu sınıfta işlememize ve tartışmamıza gerek olmadığını açıkça söyledi. Zira dava siyasi bir davaydı, herkesin kendine ait siyasi bir görüşü vardı, bu konu üzerinde uzlaşmak mümkün değildi. Hayretle sordum adaya: “Bu davada hakim veya savcı olduğunuzda, hukuki değil kendi görüşünüz çerçevesinde siyasi bir karar vereceğinizi mi iddia ediyorsunuz?” Ne cevap aldığımı hatırlamıyorum.

Dink davasındaki tutumla ilişkisi kurulacak bir olay, azınlıklarla ilgili olarak yaşandı. Ara başlığı açmamın asıl sebebi de bu.

Anayasa Mahkemesi iki farklı kararında, aynı basit gerekçelerle, nüfus kayıtlarındaki din hanesine ilişkin Nüfus Kanunundaki ibarenin iptali başvurusunu reddetmişti. Mahkemeye göre, Anayasal güvence altındaki kimsenin dini inançlarını ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaması ile nüfus kaydının kişinin dinini de içermesi arasında bir çelişki yoktu. Mahkeme, “bu kuralın da zorlayıcı bir niteliği ve zorlama ile bir ilişkisi bulunmamaktadır” diyordu. Adaylara, Mahkemenin zorlamayı çok dar yorumladığını, muhtemelen kişinin başına silah dayandığı bir durumda dinini açıklamayı anladığını, ancak baskın bir dinin olduğu popülasyon içerisinde ve gayri Müslimlerin başına gelenlerin malum olduğu bir ülkede, sadece dinin ne olduğunun resmi makamlar tarafından sorulmuş olmasının bile zorlama olarak kabul edilmesi gerektiğini söyledim. Söylediğim şeyin doğruluğu yanlışlığı bir yana, bir adayın tepkisini aktarmam gerekiyor. Aday, isyan edercesine yerinden fırladı, yüksek sesle ve titreyerek mealen şöyle dedi: “Bu ülkede azınlıklar ne çekmiş, ne zorluğu yaşamış? Hepsi bu ülkenin kaymağını yedi. En zenginler onlardı. En rahat yaşayan onlardı. Biz askerlik yaptık zamanında onlar ticaret yapıp zengin oldu.” Ayrıntıları hatırlamadığım için söylediği diğer şeyleri aktaramıyorum ama ihanetten de bahsettiğini söylemeliyim. Sınıfın da hakkını vermek lazım. Hemen yanındakiler adayı sakinleştirmeye çalışırken, diğerlerinden söz konusu adayın sözlerine eleştiriler geldi. Ben de, hadi hiçbir şeyden haberiniz yok, Salkım Hanım’ın Taneleri’ni de mi izlemediniz, 6-7 Eylül olaylarını da mı duymadınız demek zorunda kaldım. Bu olayın, avukatlıktan gelenler sınıfında geçtiğini ve itirazda bulunan adayın kırk yaşının üstünde olduğunu belirteyim.

Konjonktürel Savunma

Metodoloji dersinde incelediğim kararlar, bir pozitif hukuk çalışması yapmadığımız için, güncel olmak zorunda değildir. Dolayısıyla 1970lerden başlayarak 2000lere kadar gelen tarihlerde ortaya çıkmış kararlardır. Dink davası da dahil olmak üzere, işlediğimiz kararların neredeyse hepsi için adayların benim kararlara yönelttiğim eleştirilere yönelik itirazı, “konjonktürellik” oldu. Kararların dönemin konjonktürünün ürünüydü ve öyle anlaşılması ve okunması gerekiyordu. Bu yargıda bir miktar haklılık payı var elbette, ancak sorun, bu argümanın neredeyse kararları meşrulaştırmak üzere kullanılmasıydı. Şimdiye kadar çok yorum yapmadım ancak bu konuda söylemek istediğim bir şey var: Ben bu tutumu, yani hatalı mahkeme kararlarının hatasını tartışmak yerine dönemin şartlarına bakarak anlaşılabilir bulma eğilimini, hukukçuluğa içkin bir otorite aşkıyla açıklıyorum. Aldığımız hukuk eğitimi, her noktasında, hukuku halkın, toplumun somutlaşmış değer yargıları gibi göstermek suretiyle, hukukçuyu da genele uyan, uyması gerektiğini düşündürten bir insan haline getiriyor. Türk Milleti adına karar veren veya vereceğinin bilincindeki hukukçularda bu çok daha açık bir şekilde göze çarpıyor. Bu durumda her dönemin iktidarına kucak açan yargı mensuplarını anlamak kolaylaşıyor.

Yaş Meselesi

Gündemdeki asıl mesele, genç yaşta hakim olma imkanıydı esasında. Bu konuda net bir şeyler söylemek zor. Tam olarak hangi yaşın hakimlik için en uygun olduğuna karar vermenin ölçütleri üzerinde bile uzun uzun konuşmak lazım. Ancak hem yeni mezunlarla hem de avukatlıktan geçenlerle muhatap olduğum için, sadece izlenimlerime dayalı, gerekçelendirmekte zorlanacağım spekülatif birkaç şey söylemek istiyorum.

Hakimlik ve savcılık, çok büyük bir yetki ve itibar kazandırıyor. Bu büyük bir yük. Bu büyük yükün birdenbire taşınmaya çalışılmasının hem kişinin kendi psikolojisi üzerinde yıkıcı etkileri olabilir hem de istenmeyen davranışlara yol açabilir. Kendi 25 yaşımdaki halimi düşünüyorum. Nasıl hakim veya savcı olabilirdim ki!

Çoğunca ev geçindirme derdinde bile olmamış, hiçbir yükümlülük yüklenmemiş, uğradığı en büyük haksızlık öğretim üyesinin verdiği düşük not olmuş, aşık olmamış, ilişki yürütmemiş, cinsel ilişkiye girmemiş, terkedilmemiş, aldatılmamış, en fazla ailesine karşı basit birkaç meselede hesap vermek zorunda kalmış bir gencin o büyük yükün altına girmesini istemek haksızlık.

Avukatlıktan gelen adayların, üstlenmek üzere oldukları sorumluluğun çok daha farkında olduklarını gördüm. Dersi dinleme, düşüncelerini ifade etme, tepkilerini gösterme konusunda çok daha tutarlı idiler. Ancak onlar açısından, özellikle kırk yaşını geçmiş olanlardan açıkça aldığım tepki, yeni şeyler okuma ve öğrenme konusundaki isteksizleriydi. Bir hukukçunun, hele de bir hakimin insana ve topluma dair pek çok şey bilmesi gerektiğini, bunu hukuk öğretiminin sağlamadığını söylediğimde, “artık bizden geçti” dediler.



Bu ikinci yazıyı, ilkine oranla biraz daha fazla yorumla yazmış oldum. Bu konuda son bir yazı daha yazıp bırakacağım. Hep kötü şeylerden bahsettik, biraz da Akademide şahit olduğum ve beni ümitlerinden bazı gelişmeleri aktarmak istiyorum. Muhtemelen hukuk öğretimine ilişkin söyleyeceğim birkaç şeyi de ekleyerek….

25 Ocak 2015 Pazar

Adalet Akademisi Gözlemleri-1

Fatma Barbarosoğlu’nun bir köşe yazısında aktardığı Türkiye Adalet Akademisi izlenimleri ve asıl olarak hakimlik yaşı hakkındaki yargısı, her nedense çok ses getirdi. Her nedense diyorum, zira ne Barbarosoğlu bunu söyleyen ilk insan, ne de bu konuda çok aykırı bir fikir beyan etmiş durumda. Bizdeki 23 yaşında hakim olabilme imkanının sakatlığına dair, büyük bir kısmı o yaşta hakim-savcı olmuş pek çok deneyimli isimden yakınma duymuşumdur. Bizzat ben de bunu sıklıkla dile getiririm. Akademisyenlerin hakimlik savcılık mesleğine kabulle ilgili ilk eleştirisinin “yaş” olduğunu bilirim. Yakın zamanda Adalet Bakanı da artık genç yaşta hakim‑savcı olmanın yolunu kapattıklarını, belli bir süre avukatlık yapmanın zorunlu olacağını söylemişti. Ancak özellikle genç arkadaşlarımız sosyal medya vasıtasıyla tepki gösterdiler. Ortaya koyulan argümanların düzeyi, Akademi hatıralarımı yazma niyetimi somutlaştırmama neden oldu.
“Hatıralar” dememe bakmayın, sadece bir buçuk yıl ders verdim Akademide. Kaba bir hesapla, toplam bin kadar hakim­-savcı adayıyla karşılaştım. Bir kısmına on altı, bir kısma on iki, bir kısmına ise sekiz saat ders verdim. Sekiz saat ders verdiğim iki grupla, asıl olarak Akademide bulunma nedenim olan Hukuk Metodolojisi dersi haricinde, bir de dört saatlik Hukuk ve Edebiyat dersi kapsamında bir araya geldim. Derslerine girdiğim adayların bir kısmı ağırlıklı olarak yeni mezunlardan, yani gençlerden oluşuyordu. Diğer kısım ise avukatlıktan hakimliğe geçen gruptu. Yaşlarımız yakındı, hatta benden büyükler vardı.
Hukukçu; mahkeme, özellikle de yüksek mahkeme kararlarıyla yetişir. Bu kararlar çoğunlukla “yanlış” kararlardır. Fakültedeki sınavlarda Yargıtay’ın, Danıştay’ın veya Anayasa Mahkemesinin kararlarını eleştirmemiz, hatalarını bulmamız gerekir. Kayda değer bir mesai harcadığım uzmanlık alanım Hukuk Metodolojisi olunca, bu “yanlış” kararlar meselesi benim için çok daha önemli. Zira bütün bir dersi, yanlış kararlar üzerinden anlatmak zorundayım. Neden böyle olduğunu şu anda anlatmama gerek yok ama hayatımın büyük bir kısmını, ismini cismini bilmediğim hakimleri eleştirerek geçiriyorum. Hayatımda iki kez adliye binasına girdiğimi düşünecek olursak, ilginç bir ilişkim var hakimlerle. Bir tür yel değirmeni gibiler benim için: kararlarına karşı savaş açtığım ama görmediğim, konuşmadığım varlıklar. Neyse ki lisansüstü derslerimiz vardı da oraya gelen hakimler sayesinde, Akademi öncesinde “Ama ben hiç hakim görmedim” cümlesini kurmadım.
Akademide karşılaştığım bin kadar aday, Akademi yönetiminde muhatap olduğum birkaç kişi, ders arasında karşılaştığım yüksek yargı mensupları, benim açımdan yepyeni bir dünyayı gözlemleme ve keşfetme imkanı oldu. Öğrenciler dahil bütün erkeklerin askeri bir disiplinle saç sakal tıraşı olduğu, her daim ütülü takım elbiseli ve döpiyesli erkek ve kadınlar, parlak ayakkabılar… On beş yıla yakın süre üniversitede öğrencilerle vakit geçirmiş ve üniversitenin bürokratik havasına çok kısa bir süre bulaştıktan sonra giyim kuşamın, saç ve sakalın sadece estetik bir mesele olduğuna inanarak, biraz da inatla yılda ancak birkaç kere takım elbise giyen, uzun saç ve sakallı veyahut usturaya vurulmuş kafasını aynaya baktığında daha estetik bulan birisi olarak, kendimi elbette yabancı bir ülkeye geziye gitmiş bir turist gibi hissetim. Eksik olmasınlar, Akademi sakinleri de bunu sıklıkla hatırlattılar. İşte yıllardır peşinde olduğu hakimler, bizzat kendileri olmasa bile adayları karşımdaydı ve görülecek küçük bir hesabımız vardı. Sanırım bir anlamda Hukuk Metodolojisi dersini anlatırken işlediğim kararların akıl almaz hatalarının hesabını biraz da onlara sormak istedim. Şaka bir yana, daha doğrusu, “Aman dikkat edin! Bakın böyle karar verdi selefleriniz, muhtemelen siz de vereceksiniz, uyarımı dikkate alın!” demeye çalıştım.
“Bakmayın hatıralar dediğime”, dedim yukarıda, ama “hatıralar” dememi haklı çıkaracak tanıklıklarım var. Sadece benim açımdan yeni bir dünyayı gözlemlemek değil tanıklığım, yaşadığım kanlı canlı olaylar var. Hatırlanmaları, konuşulmaları, tartışılmaları gerekiyor. Yazarken meseleleri gruplandıracağım için az sayıda gibi görünen bu olaylar, adalet yönetiminin geleceği için kaygı duyanlar açısından yol gösterici olabilir.
Olaylara geçmeden, önemli bir noktanın altını çizmeliyim: Aktaracağım anekdotlar, adayların tamamına ilişkin bir resim vermez. Üstelik pek az bir kısmı hemen o anda aleni olarak, bir kısmı ders bitiminde yanıma gelerek, bir kısmı daha sonra sosyal ağlar vasıtasıyla mesaj atarak üzüntülerini, hatta utançlarını dile getirdi. Ancak aktaracağım olaylar istisna da sayılamazlar. Zira söz konusu olaylarda jest ve mimikleriyle, müstehzi tebessümleriyle, bakışlarıyla ve hatta susmalarıyla destek verenler de vardı.
Şimdi geçelim olaylara….
Akademi’de beni en çok zorlayan olay, açık ara Hırant Dink davası oldu. Dink Türklüğe hakaretten mahkum olmuş, Yargıtay’ın ilgili ceza dairesi sübuta ilişkin bozmama kararı vermiş, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazı üzerine Yargıtay Ceza Genel Kurulu itirazı incelemiş ve o da suçun sabit olduğunu söylemişti. Dava hakkında ayrıntılı incelemeyi Akademi yayınlarından çıkan Hukuk Metodolojisi kitabında yaptım. Bunun dışında kısa bir değerlendirme yazısı da yazmıştım, konuyu bilmeyenlerin önce onu okumasını tavsiye etmeliyim. http://ucnokta.co/tum-yazilar/hukuk/yarginin-zehirli-dili.html

Ermeni misin Ermenici mi?
Dink davasından bahsedeceğimi, ilk saatlerde derse ilişkin açıklama yaparken söylüyordum sınıfa. Sorunu, bir ifadeyi anlamlandırma sorunu olarak teşhis ediyordum. Elbette ayrıntılı anlatım sırasında meselenin çok daha büyük, anlayamama sorunundan öte bir boyutu olduğu ortaya çıkıyordu.
Sanırım ilk dersti ve gençlerden müteşekkil savcı adayları sınıfındaydım. Belirttiğim şekliyle Dink davasına kısa bir atıfta bulundum ve konumuz icabı mantık hatalarına geçtik. Tam olarak hangi bağlamda olduğunu hatırlayamıyorum, ancak muhtemelen önyargılarla ilgili bir şeyler söylerken, bir savcı adayı, oldukça sinirli bir şekilde, “Siz de önyargılısınız” dedi. Neden öyle düşündüğünü sordum. Aldığım cevap şöyleydi: “Ermeni misiniz, Ermenici misiniz bilmiyorum ama geçen ders Dink davasında hakimlerin yanlış karar verdiğini söylediniz. Siz de önyargılarınızla değerlendiriyorsunuz.” Sükunetimi koruyarak, dilim döndüğünce, henüz Dink davasını işlemediğimizi, kendisinin bu konuda bir bilgisinin olup olmadığımı merak ettiğimi, ama asıl olarak davayı inceledikten sonraki görüşlerini merak ettiğimi söyleyerek konuya devam ettim.
Derslerde sivri ve provokatif bir dil kullanırım. Eleştirinin hakkını vermek gerektiğine, dostlar alışverişte görsün hesabı dolaylı ve imalı cümlelerin gerekli etkiyi yaratmayacağına inanırım. Muhtelif kararları eleştirirken, elbette hakaret boyutunda değil ama, saçmaya saçma, komiğe komik demekten geri kalmayan sıfatlar kullandım. Benim Ermeni mi yoksa Ermenici mi olduğumu merak eden savcı adayının, kullandığım sivri dil nedeniyle beni uyardığını, TCK’nın ilgili maddelerini hatırlattığını, sonrasında ise dilimi biraz törpülemek zorunda kaldığımı itiraf etmeliyim. Bir süre ifade vermeye çağrılmayı bekledim, ne yazık ki!

Biz Biliriz Dink’i!
Bir başka sınıfta Dink davasını incelemeye henüz başlamıştık. İlk tartışmayı, Dink’in mahkumiyetine neden olan cümlesi üzerine açarım. Tek başına o cümlenin hangi anlama geldiğini sorarım. Esasında hiçbir anlama gelmez çünkü bağlamından koparılmıştır. Ama tuzak kurarım karşımdakilere. Cümleyi bağlamından kopuk değerlendirmeye direnmelerini beklerim. Genelde tuzağa düşerler ve cümleden anlam çıkarmaya çalışırlar. Eğer yukarıda verdiğim linki takip ettiyseniz, biliyorsunuz: Dink’in cümlesi ilk bakışta Türklerden boşalacak bir kandan bahseder gibidir ve daha da kötüsü bu kan zehirlidir. Adaylarımız sağolsunlar, bu cümleye muhteşem anlamlar verdiler. “Yazar burada bütün Türkler öldürülmeli ve kanları Ermenilerin kanlarıyla değiştirilmeli diyor” diyeni mi ararsınız yoksa “Türkler öldürülmeli ve toprakları ellerinden alınarak Ermenistan’a verilmeli diyor” diyeni mi? Ama benim açımdan Akademi hatıralarımın en karanlığı, bu cümleyi tartışırken ve ben cümlenin grameri nedeniyle söylenen anlamların doğru olamayacağını gösterirken, kendinden oldukça emin bir şekilde el kaldırarak söz isteyen bir adayın sözleri oldu: “Biz Hırant Dink’in kim olduğunu da ne yapmak istediğini de biliyoruz. Bize boşuna bunları anlatmanıza gerek yok. Karar yerinde bir karardır!” Eksik söyledim: Bu sözleri benim için en karanlık hatıra haline getiren, yüz elli kişilik sınıftan on beş kadar adayın alkışlarla bu sözlere destek vermesiydi. Ne kadar utandığımı, ırkçılığı ve ayırımcılığı hakim adayları arasında bu kadar açık bir şekilde ifade etmiş olmalarının ümidimi ne kadar kırdığını kendilerine de söyledim. Ancak o sahneyi zaman zaman ürpererek hatırladığımı söylemeliyim.

Dilbilgisi ve Kanun
Ara başlık bulmakta zorlandım. Mesele şu: Dink kararını incelerken, üzerinde mutlak surette durulması gereken nokta, Dink’in yazdığı o meşhur cümlenin anlamını tespit edebilmek için, eskilerin tabiriyle siyakına ve sibakına bakmak gerektiği, yani öncesine ve sonrasına, yani bağlamına. Dink’in cümlesi bir köşe yazısı içerisinde geçiyordu ve o köşe yazısı da bir yazı dizisinin sadece bir parçasını oluşturuyordu. Bağlamı içerisinde kan Türk’e değil Ermeni’ye aitti, Ermeni kimliğine, özellikle de diasporadaki Ermeni kimliğine karşılık geliyordu ve zehirden kastedilen düşman Türk takıntısıydı. Dolayısıyla cümlenin anlamını vermek için, elbette o yazı dizisini okumak gerekiyordu. Savunma, bilirkişi raporu ve mütalaa bu yönde fikir beyan ettiği halde, ilk derece mahkemesi böyle bir zorunluluğu olmadığını söylemiş ve mahkumiyet kararı vermişti. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazında da aynı itiraz dile getirilmiş, Yargıtay Ceza Genel Kurulu ifadenin bağlamı içinde okunması gerektiğini kabul etmiş, ama nasıl olduğu belli olmayan bir şekilde yine de mahkumiyet kararı vermişti. Konunun bu noktasında şöyle söylerim öğrencilerime: “Sizlere metodoloji alanında öğretebileceğim mutlak doğruların sayısı çok az. Anlattıklarımın büyük bir kısmı tartışmalı ve istisnaları bulunan konular. Ama kendimden hiçbir şüphe duymadan kesinlikle doğru diyebileceğim bir şey varsa, o da, bir ifadenin anlamını, ancak ve ancak bağlamını dikkate alarak belirleyebileceğinizdir.” Yine söyledim bunu. Genç bir arkadaş söz istedi. Genç olduğunu çok iyi hatırlıyorum çünkü hakimlik için 25 yaşın çok küçük olduğunu söylediğimde, kendisinin 22 yaşında olduğunu söylemişti –erken gitmiş okula, hiçbir aşamada takılmamış ve 23 yaşında hakim olarak atandı. Bu arkadaş, ben, dedi, “kanunları uygulamakla mükellefim. Kanunların söylemediği bir şeyi yapmam gerektiğini söyleyemezsiniz. Kanunların hiçbir yerinde, bir cümleye anlam vermek için bağlamına bakılması gerektiği yazmıyor. Dolayısıyla ben de öyle bir ifadeye anlam vermek için öncesine sonrasına filan bakmak zorunda değilim.” Konuştuğu dilin hiçbir kuralının da kanunlarda yazmadığını söyleyecek oldum, dilin dönmedi, nutkum tutuldu, bir şeyler söyledim ama ikna edebildiğimi sanmıyorum.

İlgi, Merak ve Motivasyon
Fatma Barbarosoğlu’nun hakimlik yaşı ile ilgili söyledikleri çok ses getirdi ama adayların ilgisizliğine dair söyledikleri üzerine yorum yapılmadı. Sosyal ağlarda, “asıl kendisi düşünsün niye dinlenilmediğini, iyi anlatamadı ki dinlenilmemiş” gibi bir yorum gördüm. Benim için de geçerli olabilir elbette bu, ama aynı ilgisizliğe tanıklık ettim.
Sadece ilk dersi anlatayım. Zira daha sonraki derslerde karşılaştığım ilgisizlik örnekleri, doğrudan benden kaynaklanıyor olabilir. Benim anlatış tarzımı veya anlattığım konuyu beğenmemiş olabilirler. Dolayısıyla o örnekler, varsa bir sorun, o soruna ilişkin bir şey söylemiyor olabilir. Ancak ilk derste, sabah 9.30’da konferans salonuna girdiğimde, sınıfın azımsanmayacak bir kısmı uyuyordu. Kimin geleceğini ve ne anlatacağını bilmiyorlardı. Uyumaya gelmişlerdi. Bir kısmı ise, beni gördükleri, dersi anlatacak kişi olduğumu anladıkları halde, kendi aralarında sohbet ediyor, oldukça keyifli bir şekilde cep telefonları ile oyun oynuyorlardı. O grup iki hafta boyunca belki de hiç ders dinlemedi. Ben bir şekilde onları rahatsız edip dersi dinlemeye zorladığımda ise, zaman zaman edep sınırlarını zorlayan müdahalelerde bulundular. Tekrarlayayım: Derslerine girdiğim adayların tümünden bahsetmiyorum. Hatta bazen dersi dinlemek ve konulara devam etmek isteyen adaylar, ders esnasında açıkça arkadaşlarına eleştiri yönelttiler ve onları daha uyumlu olmaya davet ettiler. Ancak azımsanmayacak sayıda adayın bu ilgisizliği ve ilgi göstermek zorunda bırakıldıklarında hırçınlaşmaları, çok da hayra yorulabilecek gibi değil.

Kitap Okumuş Hakim?
Hangi düzeyde ve hangi konuda ders veriyor olursam olayım, konuyu bir şekilde kitap okumaya getiririm. Muhataplarımın kitap okuma alışkanlıklarının düzeyi kadar neler okuduğunu da merak ederim. Ne yazık ki, yıllardır değişmeyen bir durum var: Hukukçular kitap okumuyor. Hukuk öğretiminin hukuk dışında başka hiçbir alanla ilişki kurmaya izin vermemesi gerçeğinin yanında, hukukçular kendiliklerinden ne farklı bilim alanlarını merak ediyor ne de edebiyatla sağlıklı bir ilişki kurabiliyor. Akademide de kitap okumaya ilişkin sorduğum sorulara oldukça ümit kırıcı cevaplar aldım. Haklarını vermeliyim, avukatlıktan gelen adayların bir kısmı, oldukça donanımlıydı. Yıllardır meydanı boş buluyor olmanın rahatlığıyla konuşurken, zaman zaman mahcup ettiler beni…

Fuhşu Kendine Meslek Edinmiş Kadın
Anayasa Mahkemesinin, eski TCK’da yer alan bir maddeye ilişkin verdiği talihsiz bir ret kararı vardır. Fuhşu kendine meslek edinmiş kadının tecavüze uğraması durumunda fail, normalde alacağı cezanın üçte biriyle cezalandırılıyordu. Bu hükmün eşitliğe aykırılığı nedeniyle yapılan anayasaya aykırılık iddiasını AYM reddetmişti. Bu kararı da Hukuk Metodoljisi kitabında ayrıntılı bir şekilde inceledim. Bir de kısa değerlendirme yazısı var, merak edenler bakabilir: http://ucnokta.co/tum-yazilar/hukuk/fahisenin-irzina-gecmek.html
Bu kararın incelenmesiyle ilgili aktarmam gereken iki olay var. İlk olay, genç savcı adaylarının sınıfında meydana geldi. Kararı inceledik ve arkasından toplumda bazı grupların ayırımcılığa uğradığını, yasalar düzeldiğinde bile ayırımcı eylemlerin devam ettiğini, yargı mensuplarının bu konuda dikkatli olması gerektiğini de söyledim. Bir savcı adayı, oldukça heyecanlı ve sinirli bir şekilde, söz almaya bile gerek duymadan yerinden fırladı ve şöyle dedi: “Ben alnının teriyle ekmek parası kazanmak için sabahtan akşama kadar çalışan amele ile bir fahişeyi denk tutamam!” Karşılık olarak neler söylediğimi hatırlamıyorum.
İkinci olay, avukatlıktan hakimliğe geçenlerin sınıfından. Yaşı benden de büyük bir aday, ben daha henüz hangi kararı inceleyeceğimizi yeni söylemişken söz aldı ve şöyle dedi: “Ben bu kararı biliyorum. Anayasa Mahkemesinin verdiği karar çok doğrudur. Ancak daha sonra meclis bu hükmü kaldırdı ve oldukça yanlış bir düzenleme yapıldı. Fahişelerle namuslu kadınların eş tutulması kabul edilemez!”
Bu olayı vesile kılarak eşe tecavüz konusunu da işlerim sınıfta. Tahmin edilebileceği üzere pek çok aday eşe tecavüz diye bir şey olamayacağını, kültürümüzde ve dinimizde böyle bir şey olmadığını, eşlerin birbirlerine karşı görevlerini yerine getirmeleri gerektiğini söyledi. Adayların bir kısmının henüz evlenmediği hatta henüz hiç cinsel ilişkiye girmediğini varsayabiliriz. Ancak itirazı dillendiren büyük bir kısmına medeni hallerini sordum ve evli olduklarını öğrendim.
Evlenen Kadının Soyadı
Evlenen kadının sadece evlenmeden önceki soyadını taşıyabilmesi yılan hikayesine döndü Türk hukukunda. Mahkemelerin verdiği ret kararları, Anayasama Mahkemesinin verdiği anayasaya uygunluk kararı, AİHM’nin verdiği aykırılık kararı, daha sonra ilk derece mahkemelerinin verdiği kabul kararının temyizinde Yargıtay’ın verdiği bozma kararı. Neyse ki en son AYM bireysel başvuruyla meseleyi büyük ölçüde karara bağlamış oldu. Akademide bu meseleyi de inceledik, gerekçeleri tartıştık. Elbette ne olmalı sorusu da geldi gündeme. Adayların ağırlıklı olarak Türk gelenek ve göreneklerine atıf yaptıklarını, ailenin birliğine vurgu yaptıklarını, ailenin toplumun temeli olduğuna ilişkin sarsılmaz bir inanca sahip olduklarını gördüm. Kadın adaylardan cılız birkaç ses çıktı. Ama hiç unutamayacağım yorum, yine bir kadın adaydan geldi: “Eğer ben bir erkeği sevmişsem, hayatımı onunla birleştirmişsem, onun soyadını taşımayı da şeref sayarım!”
Bu vesileyle, AİHM ile ilgili algıya ilişkin de birkaç şey söylemeliyim: Adaylarımızın büyük bir kısmı, AİHM’yi yabancı ve düşman bir kurum olarak görüyor. Yargıtay veya AYM’ye yöneltmedikleri eleştirileri, AİHM kararlarına yöneltiyorlar. Mahkemenin Türk kültürüne yabancı olduğunu, verdiği kararlarda sübjektif olduğunu söylüyorlar. Anayasanın 90. maddesini, AİHM’nin mahkumiyet kararlarının yeniden yargılama nedeni olduğunu hatırlattığımda ise, insan haklarının ebedi değişmez hakikatler olmadığını söylüyorlar. Kim hangi sonucu çıkarır bilemem, ama kolaylıkla yapılabilecek bir tespit bu.

Adalet ve Ahlak
Adaylarla olan diyaloglarımızda beni en çok üzen şey, adalet ve ahlak konusundaki basmakalıp bilgilerdi. Sözgelimi, ahlak nedir sorusuna, adaylarımız toplumun genel ahlakından başka cevap veremediler. Doğru bir yargı kararı nasıl bir karar olmalı soruma, adil olmalı diyen adaylar da dahil olmak üzere, neredeyse hiç kimse adalet hakkında tek bir kitap bile okumamıştı. İşlerinin adalet dağıtmak olduğunu söyleyen hakimlerin adalete ilişkin derli toplu birkaç cümle bile kuramıyor olması üzücü değil mi?

Son Söz
Şimdilik bu kadar “hatıralar”. Zamanla hatırladıklarımı yazar, derler toplarım. Ancak şunu belirtmeliyim: Eğer ortada bir suçlu aranacaksa, onlar hakimler veya adaylar değil. Hakimlerin eksiklikleri ve kusurları, bütün hukukçuların eksikliği ve kusuru. Hakimlerin eksikliği ve kusuru, her şeyden önce hukuk öğretimini programlayanların ve yürütenlerin kusuru. Bu hatıraları, belli bir meslek grubunu küçümsemek veya aşağılamak için yazmadım. Hasbelkader hakim adaylarını gözlemleme fırsatı buldum ve hukuk fakültesinden mezun olmak ne demektir, onu gördüm. Onlarda kendimi de gördüm. Alacağımız çok yol var, tek bildiğim bu.

(Gözlemlerin devamı niteliğindeki ikinci yazı için tıklayınız.)


17 Kasım 2013 Pazar

Özgürlük Hepimize Lazım: Dershaneler ve Cemaat

Özgürlük Talebinde Tutarlılık

Özgürlüğün hukuk korumasıyla kurumsallaşması, konjonktürel değişime kapalı olması, herkese hitap etmesi önemlidir. Bu temele sahip olmayan her türlü talep, hayvani bir itkiye, kendini koruma güdüsüne dayanır. İnsanî olan, herkes için özgürlük talep edebilmektir. İki açıdan insanî: (1) Değere dayandığı için. (2) Rasyonel olduğu için.

Başörtüsü hayatın belli alanlarında şöyle ya da böyle yasaktı bir zamanlar. Çok eski değil, yakın zamana kadar üniversite öğrencileri dahi kampüslere veya sınıflara başörtüsüyle giremiyordu. Fiili olarak varolan yasak, fiili olarak kalktı. İyi de oldu. İnancına uygun bir şekilde yaşamak isteyenler yahut ‘velev ki siyasi simge olarak’ başörtüsünü üzerinde taşımak isteyenler bir yasağın cenderesinden kurtuldular.

Ama şimdi sorma zamanıdır? ‘Velev ki siyasi simge olsun’ diyerek özgürlük istediğimiz başörtüsü karşısında, her türlü siyasi faaliyeti üniversite kampüslerinde kriminal bir eylem haline getirmek açık bir çelişki değil midir? Aynı şekilde dün başörtüsünün yasaklanmasına destek verenler, kraldan çok kralcı olanlar, eylem yapanlar, bugün hangi özgürlüğü savunabilir?


Dershane Meselesi Cemaat Meselesi Değil

Dershanelerin kapatılmasını konuştuğumuz bugünlerde, meselenin cemaat üzerinden tartışılması son derece sakıncalı. Cemaate de AKP’ye de sempatiyle bakmayanlar, hatta nefret edenler; bir tür ‘yeyin birbirinizi’ havasındalar. Oysa tartışmamız gereken, hükümetin şu ya da bu nedenle ‘anlamsız’ ve ‘temelsiz’ bir yasağı hayata geçirme ehliyeti.

Böyle bir ehliyet elbette yok. Yasakoyucu veya hükümet aklına gelen her konuda kural koyamaz, yasak getiremez. Hele de teşebbüs hürriyetine müdahale edecek tarzda ve hala varlığını koruyan bir sorunun sonucu olan kurumları kapatmanın ne rasyonel ne de yasama tekniği açısından savunulacak bir tarafı var.
Hükümet önce dershaneleri kapatma kararı aldı, sonra sınav sistemini değiştiriyor. Halbuki önce sınav sistemini değiştirmesi sonra dershaneleri kapatmasa bile, işini zorlaştırması gerekirdi. Hoş, hukukçular için bir sürü malzeme çıktı. Bu işten çok ekmek yiyeceğiz, orası kesin.


Dershaneleri Savunmak Mümkün mü?

Dershanelerin varlığını ancak konjonktürel olarak savunabiliriz. Halihazırdaki eğitim sisteminin sorunları, dershanelere müracaatı zorunlu hale getiriyor. Eğitim sisteminde sorunlar halledilebilirse, dershaneler de gittikçe azalacaktır.

Şu noktayı da unutmamak lazım: Dershaneleri savunmak başka bir şey, dershanelerin kapatılmasını ve yasaklanmasını eleştirmek başka bir şey.  Dershaneler eğitime katkı filan sağlamıyor. Öğrencilerin hiçbir kabiliyetini ortaya çıkarmıyor veya geliştirmiyor. Sağlıksız bir müfredatın, sorunlu aktörlerle yürütüldüğü bir sistemde, sınav ucubesinin hakkından gelmenin bir aracı dershane. Ama bu, kapatmanın, yasaklamanın gerekçesi olamaz. Bu durumda yeyin birbirinizi diyecek durumda değilim. Zira bu işin mağduru genel olarak dershanecilik ve özel olarak cemaat değil; katledilen, hukuk anlayışıdır.


Cemaatin Çığlıklarına Kulak Vermek

Cemaat elindeki bütün imkanları seferber ederek ortalığı ayağa kaldırdı. 28 Şubat döneminde dahi böyle bir zulümle karşılaşmadıklarını söylediler. Hukuktan, özgürlükten, haktan bahsettiler.

Böyle bir durumda, bir refleks sonucu, özgürlük talebinin hakiki mi olduğuna bakarız. Yani gerçekten özgürlük müdür talep edilen, yoksa sadece talep edenin özgürlüğü mü?

Cemaat, hükümetle bir olduğu dönemde, falanca okulun filanca odasında içki içilmiş haberleri yapmasaydı…

Habervaktim.com’un light versiyonluğuna soyunmayasdı…

İçki yasağını coşkuyla karşılamasaydı…

Aileyi korumak adına her türlü devlet müdahalesini talep etmeseydi…

Gezi’yi dış mihraklara ve marjinal örgütlere yıkma korosuna katılmasaydı…

Yıllardır devam eden polis şiddetine bir kez olsun tepki verseydi…

Gezi'de hayatını kaybedenlerin acısına ortak olabilseydi...

Roboski'ye ağıt yakmasa bile, sorumluların bulunmasını kuvvetli bir şekilde isteyebilseydi...

Üçüncü köprü haberilerinin benzerini, hükümetle arası bozulmadan önce bir kez olsun yapmış olsaydı…

Bunlar olsaydı, hakiki bir özgürlük talebinden belki bahsedebilirdik… Ama şüphelerimiz var.

Bu kavgalar umarım özgürlüğün hepimizin ihtiyacı olduğunu öğretir bize. Her iktidar değiştiğinde özgürlük paradigmasında köklü bir değişiklik oluyorsa, oraya hukuk devleti filan demiyoruz, biline…


4 Ekim 2013 Cuma

Muhalifin Başını Küçükken Ezeceksin!

Bir arkadaşım, bir engelli derneği yararına satın aldığı çocuk kitabını bizim ufaklığa gönderdi. Esasında bilmediğim yayınevlerinin yayınlarını almam. Bilmediğim çevirmenin kitabını almam. Çocuklarıma tesadüfi kitaplar okutamam çünkü. Her neyse... Arkadaş hediye olarak gönderince, biz de verdik ufaklığa. Henüz okuma yazma bilmediği için de, başladım okumaya. Hikaye çok sürükleyici... Çocuğa okumayı bıraktım hızla kendim okudum. Yok yok, sandığınız gibi değil. Doğrusu, dehşetle okudum satırları.
Çakallarla maymunlar arasında yapılan bir tren hattından bahsederek başlıyor hikaye. Tren hattının yapılmasını sağlayan çakalların başkanının zekası, başarısı övülüyor, gelecekte Kral Aslan'ın yardımcısı olma ihtimaliyle başarılı bir gelecek umudu yansıtılıyor.
Bunda bir şey yok tabi. Asıl hikaye sonra. Tren hattını kurduran çakal yeni bir projeyle çıkıyor karşımıza. Sincap makinistle yaptığı sohbette çakal, derin vadide hızla akıp gitmekte olan ırmağı gösteriyor. Irmak, boşa akıyor. Peki ne yapmak lazım? Çakal ya bu, hemen projeyi yapıştırıyor: Baraj yapılacak. Böylece su kontrol altına alınacak, yağmurda su basmayacak, elektrik elde edilecek, orman ışıl ışıl aydınlanacak ki, katliamlar bitsin. Çakal sincaba şöyle diyor:
"Senin kafa yapın almasa da yanlış desen de bütün söylediklerimin doğru olduğunu kabul etmeye çalış."
Sincabın cevabı:
"Kafa yapım almasa da doğru olarak kabul etmeye çalışıyorum işte."
Proje hayata geçirilirken, dikkat, aynı trende olduğu gibi bu inşatta da pek çok ormanlıya iş imkanı sağlanıyor. Ama yırtıcı hayvanlar, "yüreği sevgiyle çarpan" çakalı parçalamak için bir araya gelirler. "Nefretle, kinle üstüne" giderler.
Pedagojik hiç bir yönü olmadığına mı yanayım?
Doğayı anlatışının saçmalığına mı yanayım?
Kapitalizmi gözümüze gözümüze sokmasına mı yanayım?
Orman içinden geçen ırmağa baraj yapma fikrini aşılayarak HES felaketine alkış tutacak bir nesil yetiştirmeyi hedeflediğine mi yanayım?
Sorgulamadan itaat etmeye teşvik etmesine mi yanayım?
Neye yanacağımı bilemedim ya, ben de yazayım dedim...
Kitap: Çakal Goro ile Sincap Meto, Haz.: Sinan Küçük, Karaca Yayınları. Pek tabii ki Talim Terbiye tarafından ilköğretim öğrencilerine tavsiye edilmiş.