21 Kasım 2016 Pazartesi

Toplumun Ahlakını Korumak

Toplum adına ve toplum yararına konuşmak harikadır. Bir de çoğunluğun değer yargılarına yaslanırsanız, sizden iyisi yoktur. Hele hele mesele ahlaksa, toplumun ahlakı deyip başlar, istediğiniz yerden çıkarsınız. Kimse tutamaz sizi. Arkanızdaki kalabalıktan aldığınız güçle züccaciye dükkanında top sektirmeye başlarsınız. Kırdıklarınıza aldırış etmezsiniz, nasıl olsa kalabalıklar biraz da kabadayıdırlar.

Devlet toplumun ahlakını korumalıdır diyen bir grup daima bulunur. Bu gruba göre ahlak hep bozulmaktadır. O grubun izlerini sürün; bin yıldır, iki bin yıldır bozulmaktadır bu ahlak. Muhalefette iken grubumuz iktidarı/devleti ahlaksızlığa teşne olmakla, gerekli önlemleri almamakla itham eder. İktidarda olduğunda ise kendisi gibi düşünmeyenlerin cezalandırılması gerektiğini, ahlak eğitiminin devletin görevi olduğunu söyler.

Tartışmada kullanılan kalıplar da, yakınmalar da, argümanlar da hep aynıdır. Ahlak toplumu bir arada tutan manevi bir bağdır; ahlak bozulursa toplum çözülür ve dağılır; devletin görevi toplumu korumak olduğuna göre, ahlakı da muhafaza etmelidir. Toplumun ve devleti yönetenlerin buna hakkı vardır ve hukuk toplumun ahlakına uygun olmadığında kötü hukuktur. Çünkü ahlak hukukun kaynağıdır. Hukuk toplumun değerlerine sırtını dönemez, yabancılaşamaz.

Bu ahlakçı grubumuz sayıca fazlaysa, hele de iktidardaysa, ‘toplumun ahlakı’ derken hiç duraksamaz. Zira kendisi ahlaklıdır, farklı olanlar ahlaksızdır. Toplumun ahlakı derken bütün toplumu temsil etmenin gücünü kullananlar, bütün toplumu temsil etmediklerini fark ettiklerinde, diğerlerini ahlaksızlıkla itham ederler. Bazen iki farklı ahlak sistemine dayanan ahlakçı grup zuhur eder. Bir o iktidara geçer kendi ahlakını dayatır, bir diğeri. Ahlaklılar ve ahlaksızlar savaşı sürer gider.
Halbuki ahlak sözcüğünün biri normatif diğeri betimsel iki kullanımı vardır. Toplumun ahlakı dediğinizde, betimsel kullanım söz konusudur. Toplumun ahlakı üzerine söylenenler hiçbir zaman bütün bir toplumu kapsamaz. Toplumun ahlakı çoğunluğun ahlakıdır. Çoğunluğun ahlakının üstünlüğüne dair mantıksal yahut ahlaki hiçbir gerekçe yoktur.

Toplumun ahlakının korunması gerektiğine dair iddianın anlamlı bir gerekçesi yoktur. Ahlak daima değişir. Felaket tellallığına gerek yok. Ahlak değişince toplum çökmez. Yüz yıl önceki ahlaktan başka bir ahlakımız var, ama çökmedik. Bugün toplumun çökmek üzere olduğunu söyleyenler var elbette. Yüz yıl önce de varlardı, bin yıl önce de.

Hem ahlakın değişirken bozulduğunu söylemek için nötr ve açık delillere sahip değiliz. Dünün ahlakında güzel yönler de vardı, kötü yönler de. Bugün daha iyi durumdayız dediğimiz durumlar da olabilir, kötü durumdayız dediğimiz durumlar da.

Kalabalıkların oyuna atıf yaparken kullanmaktan çılgınca zevk aldığımız demokrasinin modern anlamında, korunması gereken, toplumun yani çoğunluğun ahlakı değildir. Korunması gereken, ahlaklar çokluğudur. Herkesin kendi ahlakınca yaşayabilmesidir hedef. Devlet açısından değerli olan farklı ahlaki görüşlerden birisi değildir; değerli olan devletin farklı ahlaklara eşit uzaklıkta durabilmesidir.


Toplumun ahlakını koruyoruz diyerek çoğunluğun ahlakını hukuki yaptırımlarla desteklemek, farklı ahlaklar üzerine tahakküm kurmaktır. Kısaca, zulümdür.

(Bu yazı 2013 eylülünde şu anda yayında olmayan bir internet sitesi için yazılmıştı.)

19 Kasım 2016 Cumartesi

Fahişenin Irzına Geçmek

Gündelik hayatta önyargılar oluşturmak, karşılaştığımız olayları bu önyargılarla değerlendirmeye başlamak, esasında kendisinden kaçmamız mümkün olmayan bilişsel bir sürecin tasvirinden ibaret. Belki bu durumda kullanmamız gereken kelime ‘önyargı’ değil de ‘önanlayış’. Daha eski bir kullanım olmakla birlikte, ‘peşin hüküm’, önyargının olumsuz tarafını temsil ediyor: Kendisinden kaçamayacağımız bir önyargının, çoğunlukla dayanaksız ve haksız bir şekilde oluşturulmuş bir değerin, yeni olaylarda da hiç değişmeden kalması; olaylar ve kişiler hakkındaki değerlendirmelerimizin yeni verilerle gelişmemesi, önceden belli olması.

Bu tür bir peşin hükmün, azınlıklar hakkında hakimlerimizin zihninde ve muhakemesinde kendisine nasıl yer bulabildiğini Dink kararı özelinde göstermeye çalışmıştım. Peşin hükmün en güzel (?) örneklerini, asıl olarak, kadınla ilgili kararlarda görebiliriz. Erkek egemen bakış açısı, toplumsal ahlak zırhına bürünerek bazı kadınları makbul saymaz ve mahkemeler bu kadınlarla karşılaştıklarında hükümlerini çoktan vermiş olurlar.

Şu an yürürlükte bulunmayan 765 sayılı Türk Ceza Kanunu, yaklaşık 80 yıl boyunca yürürlükte kalmıştır. Bu kanunun 438. maddesi, ırza geçme (yani tecavüz) ve kaçırma suçları ‘fuhşu kendine meslek edinmiş olanlar’a karşı işlendiğinde, suç için belirlenen ‘normal’ cezadan daha hafif bir cezaya hükmedilebileceğini öngörüyordu. Başka bir ifadeyle, fahişeye tecavüz eden, başka bir kadına tecavüz edenin üçte biri kadar ceza alabiliyordu.

Bu hüküm 1990 kasımına, TBMM hükmü yürürlükten kaldırana kadar hukuk sisteminin bir parçası olarak uygulandı. Bu tarihe kadar böyle bir hükmün yürürlükte kalmış olması, Türkiye açısından başka bir utanç sebebidir, ancak hükmün kaldırılması hiç de kolay olmamıştır.

1988’te, 438. maddeyi uygulamak durumunda olan bir mahkeme, hükmün Anayasa’ya aykırı olduğunu düşünmüş ve itirazını Anayasa Mahkemesine taşımıştı. Anayasa Mahkemesi 1990 başında, her yerinden eşitsizlik ve haksız akan bu hükmün, 7 hakimin oyuyla, Anayasaya uygun olduğunu kabul etmişti. Bu kararın kamuoyunda uyandırdığı tepki, TBMM’nin de hükmü ilga etmesine yol açmıştı.

Peki nasıl olmuştu da Anayasa Mahkemesi’nin 7 üyesi, hükümde herhangi bir sorun tespit edememişti?

Mahkeme, eşitliğin önemli olduğunu, ama mutlak eşitliğin sağlanamayacağını, durumları farklı olanların farklı kurallara tabi tutulmasının meşru olduğunu söylemişti. Bunu söyledikten sonra da kadınları ikiye ayırmıştı: İffetli kadınlar ile iffetli olmayan kadınlar. Fuhşu meslek edinmiş kadınlar, iffetsiz kadınlardı. Unutmadan biz de soralım pek çok insanın kararın verildiği dönemde sorduğu gibi: Kadınları iffetli veya iffetsiz olarak nitelendirmek hukukun, devletin, yüksek mahkemenin işi olabilir mi?

İffetsiz kadınlarla iffetli kadınlar eşit olamazdı. Zira, “ırza geçmek ve kaçırmak suçlarının fuhşu kendine meslek edinen bir kadına karşı işlenmesinde, bu kişinin uğradığı zarar ile aynı eylemlerin iffetli bir kadına karşı yapılması durumunda onun gördüğü zarar eşit sayılamaz, iffetli bir kadının zorla kaçırılması veya ırzına geçilmesi onun onurunu, toplumdaki ve yaşadığı ortamdaki saygınlığını, giderilmesi olanaksız ölçüde kıracaktır. Oysa, aynı eylemlerle karşılaşan fuhşu meslek edinmiş bir kadının bu ölçüde zarar gördüğünü ileri sürmek ve kabul etmek güçtür. Fahişe, fuhşu kendisine meslek edinmiş, onu ticarî bir iş kabul etmiş olduğundan bu tür kadınların kişi ve cinsel özgürlükleri iffetli kadınlarınki kadar bozulmuş sayılamaz.”

Mahkemeye göre, tecavüze uğrayan ‘iffetli kadın’ın onuru daha çok incinir; ‘iffetsiz’ kadın, nasıl olsa pek çok kişiyle cinsel ilişkiye girmiştir, onun onuru tecavüzle incinmez. Cinsel ilişki ‘iffetsiz’ kadın için sadece ticari bir iştir, öyleyse tecavüz, onun açısından, onurla ilgili bir şey değildir. Kimse mahkemeye, ‘bir boksör dövmenin daha az ceza gerektirip gerektirmeyeceğini’ sormadı elbette!
Üstelik mahkeme, iffetli bir kadının tecavüze uğraması durumunda, onurunun ve saygınlığının giderilmesi imkansız şekilde kırılacağını söylemişti. Böylece tecavüze uğramış bir kadının toplumda haksız bir şekilde etiketlenmesi ve dışlanması, mahkeme kararıyla meşru bir olguymuş gibi kabul görmüş oluyordu. Mahkeme, savaşması gereken toplumsal baskıyı, kararının gerekçesi yapmıştı.

Fahişeliğin nasıl icra edildiğine dair hiçbir fikri olmayan erkek aklı, en yüksek mahkemenin kararında kadınların iffetinin ne olduğuna karar vermeye yetkin görmüştü. –di’li geçmiş zamana takılmayın. Görmeye devam ediyor. 

Son olarak iki önerim var: İlki, fahişelikle ilgili devlet ikiyüzlülüğünü gösterecek bir röportaj. (http://www.feministyaklasimlar.org/sayi-06-ekim-2008/turkiyede-fuhus-sektoru-uzerine/) Bir dönem genelevde çalışan, 2007’de İstanbul’dan bağımsız milletvekili adayı olan Ayşe Tükürükçü’nün anlattıkları sizi çok etkileyecek.

İkinci önerim 1990 yapımı bir Türk filmi: ‘Madde 438’. Film, tam da ele aldığımız Anayasa Mahkemesi Kararı’na dayanarak, verilen kararların, yürütülen kampanyaların yargının nesnesi olan insanlar üzerindeki yıkıcı etkisini anlatıyor. 

(Bu yazı 2013 ağustosunda internet üzerinde yayımlanmıştı. Site yayınını sona erdirdiği için burada tekrar yayınlıyorum.)

18 Ocak 2016 Pazartesi

Yargının ‘Zehir’li Dili

Dink kararı, hukuk tarihimizde kara bir leke olarak kalacak bir ibret vesikası. Önyargıyla verilen mahkeme kararları için mükemmel bir örnek.


Hrant Dink, Ermenice ve Türkçe yayın yapan, asıl muhatabı Türkiye’deki Ermeni cemaati olan Agos gazetesinin başyazarıydı. Bir aktivistti. Ermeni-Türk ilişkileri üzerine kafa yormuş, çokça yazmış, çokça konuşmuştu. 2004 yılının ilk aylarına yayılan 11 hafta boyunca Agos’ta kaleme aldığı yazı dizisinde yer alan bir cümle üzerinden kopartılan fırtınada ‘hainlik’le, ‘Türk düşmanlığı’yla suçlandı, hakkında Türklüğe hakaretten ceza davası açıldı ve suçlu bulundu.

Dink’in tartışma yaratan cümlesi şuydu: “Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistanla kuracağı asil damarında mevcuttur”.

Cümleyi ilk okuduğumda kafamın karıştığını itiraf etmeliyim. Bu cümleyi şimdiye kadar belki de bine yakın hukukçu karşısında okudum ve hiç de azımsanmayacak sayıda dinleyicim ilk hamlede bir hakaret tespit etti. Köşe yazarı da öyle yapmıştı, savcı da, ilk derece mahkemesi hakimi de.

Hâlbuki Türk’ün damarından boşalacak kanın yerini Ermeni’nin Ermenistanla kuracağı damardan temin etmenin hiçbir anlamı yoktu.  ‘O zehirli kan’ın hangi anlamda zehirli olduğu bilinmeden cümleye anlam verilemezdi.  ‘Zehir’in de ‘kan’ın da metafor olduğu düşünülse, esasında başka bir şeyden bahsedildiğini ama bu cümleden tek başına anlam çıkmayacağını söylemek mümkün olabilirdi. Okuyanların zihninde canlanan ‘Türk düşmanı Ermeni’ imgesi cümlenin anlamını düşünmeye engel oluyordu.

Üstelik söz konusu cümle, uzunca bir yazı dizisinde yer alıyordu. Ama Şişli 2. Asliye Ceza Mahkemesi yazıların bütününe bakmayı açıkça reddetti. Savunmayı, bilirkişi raporlarını, mütalaaları herhangi bir gerekçe göstermeden geçersiz saydı. Mahkemeye göre okuyucuların ‘bütün gazeteleri okuma zorunluluğu’ yoktu. O yüzden de kanın kime ait olduğunu ve hangi anlamda zehirli olduğunu araştırmadı. Yazarın ne dediğini tek bir cümleye bakıp hemen anlamıştı.

Sadece bu cümleye bakan ama cümlenin anlamına dair hiçbir açıklama yapmaya gerek görmeyen mahkeme sanığın suç işleme kastını başka bir yerde aradı: Hrant Dink Ermenilerin ulusal bilincini geliştirmeye çalışıyordu.

İlk derece mahkemesinin kararı Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından onandı. Daire’ye göre Dink’in Türklüğe hakaret ettiği konusunda kuşku yoktu. Cümlenin ne anlama geldiğini söylemedi daire ama “Suça konu yazının yayımlandığı mevkute, sanığın mevkutedeki konumu, hitap edilen kitle, yayımlanma amacı ile hitap edilen kitle tarafından algılanma biçimi de gözetilerek, dava konusu yazı dizisi bir bütün olarak ele alınıp değerlendirildiğinde” suç ortadaydı işte.

Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin kararına Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itiraz etti. Uzun bir itiraz metniydi ama Başsavcılığın yaptığı, daha doğrusu yapabildiği çok basit bir şeydi: Dink’in yazılarını okuma zahmetine girmiş ve tartışmalı cümlenin anlamının Türklüğe hakaretle uzaktan yakından alakası olmadığını göstermişti.

İtiraz üzerine karar Yargıtay Ceza Genel Kuruluna gitti. Kurul onadı kararı. Ama Kurul, ilk derece mahkemesi kararının gerekçelerine katılmıyordu. Kurula göre yazıların hepsi okunmalıydı. Ayrıca Lozan Antlaşmasının güvence altına aldığı Ermenilerin ulusal bilinci üzerinde çalışmak suç sayılamazdı.

Kurul yine de Dink’in Türklüğe hakaret ettiğine kanaat getirdi. Cümlenin anlamı üzerinde durmadı ve suç kastını başka bir yerde aradı: Dink yazılarının bir yerinde Türk-Ermeni ilişkisinde Türklerin paranoyalarıyla, Ermenilerin ise travmalarıyla hareket ettiğini söylemişti. Bir de 1915 olaylarında Ermenilerin yaşadığı drama ilgi göstermemeyi vicdansızlık olarak nitelemişti. Kurul bu gerekçelerin cümlenin anlamını nasıl etkilediğini açıklamadı. Ama bu ifadelerin varlığının, tartışma konusu cümlede Türklüğün aşağılandığını gösterdiğini söyledi.

Oysa Dink’in yazıları üstünkörü bir okumayla bile şunu söylüyordu: Ermeniler, daha doğrusu diaspora Ermenileri kimliklerini Türk düşmanlığı üzerine inşa ediyordu ve damarlarında, yarattıkları düşman Türk imgesi dolaşıyordu. Ermeni kimliğinin sağlıklı bir şekilde yeniden inşa edilmesi için Ermenilerin bu Türk düşmanlığıyla zehirlenmiş kandan kurtulması ve boşalan yeri Ermenistanla kuracakları bağlantıyla edinecekleri yeni, taze ve temiz kanla, yani yeni bir kimlik ve amaçla doldurmaları gerekiyordu. Yani zehirli olan kan Türk’ün değil, Ermeni’nin kanıydı. Zehrin anlamı, ‘düşman Türk’ takıntısıydı. Ne Türk'e ne Ermine'ye hakaret ediyordu Dink. Kalemi kuvvetliydi. Metaforlarla konuşuyordu. Okuyucularının metaforlarla, imgelerle düşünemeyeceğini öngörememişti.

Türkiye bu karar nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce tazminat ödemeye mahkûm edildi.
Suçu sabit bulan Yargıtay 9. Ceza Dairesi başkanı daha sonra Yargıtay başkanı seçildi.

Karara imza atan Ceza Genel Kurulu üyesi bir hakimimiz ise Ombudsman oldu. Dink kararı kendisine hatırlatıldığında, önce o davada Hrant Dink’in yargılandığından haberi olmadığını söyledi; sonra da o dönemki ifade özgürlüğünün söz konusu kararı vermeyi gerektirdiğini.


Hâlbuki sorun, ifade özgürlüğü sorunu değildi; önyargılar olmaksızın bir metne anlam verilebilse, yeterdi.